Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

5 Temmuz 2010

YUVALARIN VE AŞKLARIN SONSUZ HALLERİ

Le Refuge/ Hideaway/ Yuva



Yön: François Ozon
Sen: Mathieu Hippeau, François Ozon
Oyn: Isabelle Carre, Louis-Ronan Choisy, Pierre Louis-Calixte, Melvil Poupaud
Yapım: 2009, Fransa, 88 dk.

“Bu hafta Le Refuge diye bir film giriyor vizyona... Lütfen kaçırmayın! Kendinizi mutlu etmek, iyi şeyler hissetmek, tadı damağınızda kalacak 1-2 saat geçirmek, kendinizi ödüllendirmek, bambaşka gerçeklere dalıp çıkmak, heyecanlanmak, düşünmek, anlamak vs için... Hayat için... Başınıza gelebilecek mutlak bir iyilik olarak lütfen izleyin!” sözleriyle çağrıda bulunmuştum geçenlerde facebooktaki sayfamdan dostlarıma, arkadaşlarıma… Tersninja’daki yazılarıma benzer girişler yaptığımda çok sevdiğim gazeteci yazar dostum Cumhur Canbazoğlu tarafından öznel olmak ve fazla duygusal bir üslup kullanmakla eleştiriliyor olsam da, bu etkide bir film bulduğum zaman ne yazık ki coşkumu gizlemekte güçlük çekiyorum.

İşte Le Refuge/ Hideaway/ Yuva da benim özel filmlerimden artık. Bir François Ozon yapıtı. Fransız sinemasının kendine has büyüsüne duyduğum tutku, yönetmenin kişisel becerileriyle de pekişince genelde tadına doyulmaz işler çıkıyor ortaya. Ozon, birbirinden farklı işler yapsa da genelde her filmini sevdiğim ve çağdaş sinemanın insan çözümlemesi/ psikolojik tahlil konularında en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri. Özellikle 2000’lerde çektiği pek çok filmle, belleklerimizde de varlığı her daim aktif: Her daim gündemimizde Sous la Sable/ Under the Sand/ Kumun Altında (2000), 8 Femmes/ 8 Women/ 8 Kadın (2002), Swimming Pool/ Havuz (2003) Cinq Fois Deux/ Five Times Two/ 5 x 2 (2004), Le Temps Qui Reste/ Time to Leave/ Veda Vakti (2005) ve Ricky (2009).



Ve gelelim Ozon’un 2009’daki ikinci çalışması Yuva’ya… Öncelikle filmin bendeki duygusunu sizde de canlandırabilmek adına bazı benzetmelere başvuracağım… Mesela Ken Loach’tan Ae Fond Kiss/ Duygudan da Öte veya Tom Tykwer’dan The Princess and the Warrior/ Prenses ve Şövalye, Julio Médem’den Los Amantes Del Circulo Polar/ Kutup Çizgisi Aşıkları ya da Ang Lee’den Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam gibi… Arşivimde her zaman durup, içimi ısıtacak bir şeyleri özlediğimde tekrar tekrar izleyeceğim ve içinde hayata dair yeni umutlar bulabileceğim türden bir film Yuva. Çünkü mutlu olmak için ya da yaşamak için tek bir yöntem ya da biçim veya mutlak doğru olmadığını bağır bağıra söylüyor. Aslında beğenmediğimiz Sex and The City’nin ikinci bölüm finalinde de basitçe anlatıldığı gibi, gelenekleri ya da öğretilmiş yaşam biçimlerini bizi mutlu edecek şekilde kendi kişisel değer/ beklenti ve motivasyonlarımız doğrultusunda yorumlayabiliriz. Ve bu hayatta, yangın yerinde mutlu olabilmenin, daha doğrusu savaşmayı bırakıp huzur bulabilmenin tek yolu belki de bu kapıları açmaktan geçer…

Yuva, ilk önce aşık çift Mousse (Isabelle Carre) ve Louis (Melvil Poupaud) ile tanıştırıyor bizi. Paris’te boş bir apartman dairesinde sevişerek, müzik yaparak ve eroinle kendilerinden geçerek yaşıyorlar. Fakat ne yazık ki sonunda Louis aşırı doz kurbanı oluyor ve geride kalan Mousse ise yitirdiği sevgilisinin bebeğini taşıdığını öğreniyor çok geçmeden. Cenaze töreninin ardından, Louis’in ailesinin bu hamileliğe son verilmesini istediğini ve Mousse’un hiç yorum yapmadan/ karşı çıkmadan mekanı terk ettiğini görüyoruz. Onunla ikinci karşılaşmamız ise Fransa’nın bir sahil kasabasında, ağaçların arasındaki küçük müstakil evde gerçekleşiyor... Mousse’la ve artık doğuma çok yaklaştığını anlatan, biçim değiştirmiş bedeniyle.



Tabii ki değişen sadece bedeni değil Mousse’un… Filmin ilk karelerinde uç, sıradışı, bağımlı, zevk içinde uyuyan, hayattan kopuk bir karakter olarak gördüğümüz marijinal gençkız sevdiği adamı yitirişinin ardından kederi ve özlemi yaşayan, dünyaya bir canlı getirmenin sorumluluğunu tek başına almış olma fikriyle hem güçlenmiş ve hem de artık hayatta ayakta kalabilme kaygısının bilinciyle yaşayan, bir yandan kaderin bu cilvesine karşı içten içe öfke duyan ama bir yandan da boyun eğmişliğin izlerini taşıyan, yeni gerçeğini ve yeni benliğini tanımaya ve anlamaya çalışan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor bu kez. Tüm jestleri, mimikleri, ritmi ve kalp atışlarıyla, alabildiğine gerçek halde…

İşte bu tablonun içine aniden, beklenmedik bir figür düşüyor… Ölen sevgilinin erkek kardeşi Paul (Louis-Ronan Choisy)… Tıpkı şahane çizilmiş Mousse profili gibi, Paul de tüm naifliğiyle, içinde bulunulan durumun dinamikleriyle baş edebilecek yetide kurgulanmış son derece başarılı bir karakter. Mousse’un hayatla, korkularıyla, bedenindeki değişimlerin, arzularının ve umutsuzluklarının sıkıntısıyla verdiği savaşta adeta bir kurtarıcı, bir mucize… Her şey o kadar anlamlı ve değerli görünüyor ki, izleyici olarak bu noktada bir aşkın filizlenmesini beklemekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Ancak film sürprizlerini sürdürüyor ve Paul’ün tercihlerinin hemcinslerinden yana olduğunu öğreniyoruz.

O halde aşkı geçelim… Ve zaten her şey aşk mı ki? İki insanın birbirlerine neler verebileceğini, neler hissedebileceğini, hangi motivasyonlarla birbirleri için büyük bir tutkuya dönüşebileceklerini müthiş bir alternatif modelle sunuyor izleyiciye film. Ve insana dair sorgulamalarını, anneliğin de alternatif modelleri/ yaşamın da alternatif mutluluk biçimleri olabileceği mesajıyla sürdürüyor.

Cinsiyetten bağımsız olarak, hayatın çok daha derinliklerinde başka ortaklıklarla nasıl büyük bağlar kurulabileceğini bu denli güçlü biçimde anlatabilecek az yönetmen tanıdığımı iddia edebilirim. Ozon iyi ki var, iyi ki insanla uğraşıyor ve iyi ki bu uğraşta tüm önyargılardan sıyrılmış büyük bir cesaretle yoluna devam ediyor. En büyük sırrı da, bence asıl kendi içinde taşıdığı insan sevgisi... Aksi takdirde Mousse ile Paul’ün arasına o olağanüstü sevgiyi yerleştiremez ve bu tek başına kadının yaşam gerçeğini bir yuvaya dönüştüremezdi. Beni büyüleyen bu filmi şiddetle ve şiddetle tavsiye ediyorum!
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

22 Haziran 2010

İlah desen değil... Aşk desen hiç değil usta!

Ondine/ İlahların Aşkı



Yön: Neil Jordan
Sen: Neil Jordan
Oyn: Colin Farrell, Alicja Bachleda, Alison Barry, Tony Curran, Stephen Rea
Yapım: 2009, İrlanda – ABD, 111 dk.

Neil Jordan’ın yeni filmi Ondine/ İlahların Aşkı vizyonda… Fakat ne yazık ki, beni iyi ya da kötü her defasında şaşırtan, kendisiyle ilgi fikirlerimi bir türlü sabitleyemediğim yönetmenlerden biri Jordan. Yeteneklerine inanıyorum, ancak bazen nasıl bu kadar yüzeyselleşebildiğini anlayamıyorum. Mesleki deformasyon mu, körlük mü desem… İşe başladıktan kısa bir süre sonra, aslında yanlış bir proje üzerinde olduğuna kanaat getirip gerisini savsaklamak mı desem… Ne desem bilemiyorum, çünkü İlahların Aşkı da, sinema kültürü/ vizyonu az gelişmiş, entelektüel birikiminden kuşku duyulacak, amatör bir yönetmenin elinden çıkmış izlenimi yaratıyor insanda. Doğal olarak da, Ağlatan Oyun’u çekmiş bir adamın bu filmde parmağı olduğuna inanmakta güçlük çekiyorsunuz.



Jordan’la ilgili problemlerim, filmografisinden örneklere baktığımda belleğimde hemen tazeleniyor: The Company of Wolves/ Kurtlar Sofrası (1984), Mona Lisa (1986), High Spirits/ Şatonun Ruhları (1988), We’re No Angels/ Biz Melek Değiliz (1989), The Crying Game/ Ağlatan Oyun (1992), Interview with the Wampire/ Vampirle Görüşme (1994), Michael Collins/ Özgürlüğün Bedeli (1996), The Butcher Boy/ Küçük Kasap (1997), In Dreams/ Rüyamda (1999), The End of The Affair/ Zor Tercih (1999), The Good Thief/ Hırsız (2002), Breakfast on Pluto/ Plüto’da Kahvaltı (2005), The Brave One/ İçindeki Yabancı (2007). Arada çok sevdiğim işler de var, oldukça anlamsız bulduklarım da… Ağlatan Oyun daha ilk gençlik yıllarımda kanıma girmiş, sonraki yıllarda yönetmenin peşine düşüşüme neden olmuştur. Fakat gelin görün ki Vampirle Görüşme’den hiç haz etmem… Hırsız’a bayılırım, Zor Tercih’te kendimden geçerim de, İçindeki Yabancı gibi bir filmin varoluş nedenini anlamakta güçlük çekerim…



İşte yine, Jordan’ın bu kez hangi yüzüyle karşılaşacağıma dair endişeler ve fakat diğer yandan da konudan kaynaklı yüksek romantik beklentilerle başladım İlahların Aşkı’nı izlemeye. Çağdaş bir masal olarak tanıtımı yapılan film, İrlandalı yalnız ve mahzun balıkçı Syracuse’un (Colin Farrell), bir gün ağlarına takılan ve büyülü bir yaratık olduğuna inandığı gizemli Ondine (Alicja Bachleda) ile yaşadığı aşkı anlatıyor. Sözde… Evet, çünkü öncelikle bu aşkı asla hissedemiyorsunuz. Masal/ destan gibi benzetmelerle yüceltilen Syracuse – Ondine aşkı balıkçının boşanma hikayesi, böbrek hastası küçük ama bilmiş kızı, eski karı/ eski koca gibi güncel yaşama ilişkin popüler sinema motifleri/ klişeleri arasına yerleştirilmiş.

Yukarıda ilk ağızdan değindiğim sorunlar zaten iyi bir izleyicinin keyfini en baştan kaçırmaya yetiyor… Ama bununla da kalmıyor: Öncelikle ortaya, erkek kahramanın içkici ve serseri geçmişinden gelen Syracuse ve sular kraliçesi manasındaki, Fransızcada da dalga anlamına gelen Ondine gibi son derece gizemli isimler koyup, ardını aynı oranda güçlü oluşturulmuş karakterlerle dolduramıyorsanız… Denizden gelen kadın öyküsü ile mitolojiye göndermeler yapıp, perdedeki çiftin aurasını en piyasa aşk filmlerinde gördüklerimizin ötesine geçiremiyorsanız… Bu iki insanı birbirlerine yaklaştıran bağın gücünü izleyiciye aktarmakta kifayetsiz kalıyorsanız… Ağlatan Oyun’daki olağanüstü aşkı yaşamış izleyicinizin beklentilerini karşılamakta da sınıfta kalıyorsunuz sayın Jordan!



İnanmadan yapılmış hissi veren; öyküsüyle yavan, anlatımıyla/ oyunculuklarıyla sıradan ve yönetmenin filmografisinde skandal sayılabilecek denli başarısız bir iş İlahların Aşkı. Filmden geriye, Christopher Doyle’ın görkemli doğa fotoğraflarından öteye bir şey kalmıyor. Ya da mutsuz ve yalnız balıkçının, uçsuz bucaksız denizlerin ortasındaki sevgisizlikle kuraklaşmış yaşamında, kendi kendine anlattığı bir masal/ çaresizce inanmak istediği bir düşten başka… Babasının “bir zamanlar” diye anlatmaya başladığı öyküye, “o zaman belki de şimdidir” diye yanıt verirken masalların gerçek olmasına duyulan özlemi ifade etse de küçük kızı, film en sade haliyle “Bir şeyi nasıl görmek istersen öyle görürsün” diyor sadece izleyiciye.

Sonuç olarak, izlememekle hiçbir şey kaybetmeyeceğiniz bir film İlahların Aşkı. Ne masal, ne destan, ne aşk… Görünüşte vaat ettiği hiçbir şeyi yerine getiremiyor, tüm duygularımızı tatminsiz bırakıyor. Ve bize de, umutlarımızı Jordan’ın bir sonraki filmine saklamaktan başka seçenek kalmıyor ne yazık ki…
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

14 Haziran 2010

ANTICHRIST/ DECCAL



Yön: Lars Von Trier
Sen: Lars Von Trier
Oyn: Willem Dafoe, Charlotte Gainsbourg, Storm Acheche Sahlstrom
Yapım: 2009, Danimarka – Almanya – İsveç – Fransa – İtalya - Polonya, 108 dk.

Lars Von Trier’nin, özel yaşamındaki bir depresyon döneminin ardından çektiği, kariyerinin en önemli filmi olarak nitelendirdiği ve Andrey Tarkovsky’ye adadığı Antichrist/ Deccal vizyona girdi. Kabul etmek gerekir ki bazı bölümlerdeki müthiş görselliği, yer yer iddialı diyalogları, gerek cinselliğe gerekse şiddete dair çok sert sahneleri, cesur oyunculukları ve kurcaladığı konular/ sorduğu sorular ile sarsıcı bir film Deccal. Ancak bıraktığı izlenim ve etki de, ne yazık ki kendi tematik içeriği ve imgeleri gibi çelişkilerle dolu…



Dogma 95’in kurucularından Lars Von Trier’in kariyerinde Epidemic/ Salgın (1987), Europa/ Avrupa (1991), Breaking the Waves/ Dalgaları Aşmak (1996), The Idiots/ Gerizekalılar (1998), Dancer in the Dark/ Karanlıkta Dans (2000), Dogville (2003), Manderlay (2005) gibi pek çok önemli film var… Sinemayı ciddiye alan ve her defasında o güne kadar yaptıklarına meydan okuma motivasyonuyla kamera arkasına geçen Trier hiç kuşkunuz olmasın ki Deccal ile yine sıra dışı, yine şaşırtıcı bir iş sunuyor bizlere. Ancak içindeki tüm entelektüel çabaya ve emeğe karşın, örneğin Dalgaları Aşmak kadar kalbimize işleyen bir film bırakmıyor geride…

Deccal, Handel’in bir aryası eşliğinde, bugüne dek çevrilmiş en estetik sevişme sahnelerinden biriyle açılış yapıyor. Ancak Charlotte Gainsbourg – Willem Dafoe çifti, hazzın bedelini, kendilerinden geçtikleri o anda camdan düşen küçük oğullarının ölümüyle ödüyorlar… Film, işte bu travmayla tetiklenen ve karı koca arasında başlayan bir ilişki sorgulama süreci, yas dönemi ve bu dönemde yaşanan terapi/ psikolojik tahlil evreleri üzerine kurulu. Trier öyküsünü yine episodlar halinde kurgulamış: Yas başlıklı ilk episodda kadının korkularıyla yüzleşmesi, Acı (Kaos Hükümdarlığı) başlıklı ikinci episodda bu korkuların karşılığının “şeytanın kilisesi” olarak tanımlanan doğada bulunması, Umutsuzluk (Kadın Katliamı) başlıklı üçüncü episodda doğanın aslında insanoğlunun da doğası olduğu, dolayısıyla asıl korkutucu/ kötücül olanın insan ve tabii kadın olduğu, Üç Dilenci (Acı – Umutsuzluk – Yas) başlıklı dördüncü episodda ise bu kötülüğün temelinde kadın cinselliğinin yattığı anlatılıyor.



Başlangıçta da değindiğim gibi, filmle ilgili hislerim son derece çelişkili… Öncelikle, karı koca ilişkilerinin sorgulama sürecinin çocuk kaybı travmasıyla başlatılmasını fazla klişe bulduğumu söylemeliyim. Fakat diğer yandan, kadınlarla uğraşmaktan bir türlü vazgeçmeyen Trier’nin, kendini suçlama-cezalandırma ritüelini vicdani temsilin en tepe noktası olabilecek “anne” bünyesine yerleştirmesi, olaydaki neden – sonuç ilişkilerinin rasyonel altyapısını kotarmaktaki ustalığı ve anne/ kadının bilinçaltı süreçlerinin hangi dış uyarıcılarla oluştuğuna dair ilişkilerin kurulmasındaki imge kullanımı karşısında hayranlığımı ifade edecek söz bulamıyorum.

Kadın, oğlunu bir orgazm anında kaybedişi nedeniyle kötücül olanı tamamen kendi doğasıyla özleştiriyor ve kendi cinselliğini cezalandırıyor. Öte yandan, karakterin geçmiş dönemlerde hazırladığı akademik bir araştırmada, cadılık ve tarihteki toplu kadın katliamları üzerinde çalışmış olması da bilinçaltı süreçlerin tahlilinde kullanılan destek öğeler arasına ustalıkla yerleştirilmiş. Zira kadın, kocasıyla birlikte geçireceği yas dönemi için, zamanında çok sevdiği ve araştırmasını yazmak üzere çekildiği Eden ormanlarını seçiyor yine… Fakat eskiden çeşit çeşit meyveleriyle bin bir tatlar sunan Eden ormanları, artık sadece korkutucu ve kötü duygular yaratıyor. Tıpkı cinselliğin artık sadece acıyı çağrıştırması gibi…



Tabii ki Trier’nin kurguladığı bu tabloya alkış tutmamak mümkün değil… Ancak Deccal, bunca zoraki kurgulanmış bir realitenin içinde doğallık hissini muhafaza etmeyi başaramıyor. Dolayısıyla büyük saygı uyandırsa da, Dalgaları Aşmak misali su gibi içimize akamıyor. Diğer yandan, yukarıda en sade haliyle aktarmaya çalışmış olsam da, aslında filmdeki episodlar ayrımları ve içerikleri bakımından yeterince anlamlı değil. Ve biraz daha detaya inersek, terapi sürecindeki psikoljik tahlillerin de fazlaca popüler kültüre ait durduklarını ve filmin taşıdığı iddiaya oranla basit kaldıklarını söyleyebilirim. İşte bahsettiğim nedenlerledir ki, olayların yaşandığı ormandaki atmosfer ve ıssızlık ritmiyle Tarkovsky’ye göndermeler yapsa da, ne yazık ki derinliği ve meditasyon süreci açısından da usta yönetmenin çok gerisinde kalıyor Trier.

Sinema çevreleri Deccal’in feminist mi yoksa kadın düşmanı bir alt metin mi taşıdığına dair iki farklı görüşte toplanmış durumda. Bana göre Trier’in açık hedefi, kadın cinselliğinin yüzyıllar içinde teolojiye dayalı şeytani argümanlarla bastırılışına karşı bir eleştiri getirmek… Ve son olarak, filmdeki rolüyle geçen yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer bulunan Charlotte Gainsbourg’un bu hedefe giden yolda en büyük katkıya sahip olduğunu ve tarihe geçecek bir performans sergilediğini özellikle belirtmek istiyorum.
(www.tersninja.com’da yayınlanmıştır).

7 Haziran 2010

Gavras'a saygılarımız, Scamarcio'ya alkışlarımızla

Eden a l’Ouest/ Eden is West/ Cennet Batıda



Yön: Costa Gavras
Sen: Costa Gavras, Jean-Claude Grumberg
Oyn: Riccardo Scamarcio, Odysseas Papaspiliopoulos, Léa Wiazemsky, Tess Spentzos
Yapım: 2009, Fransa – Yunanistan - İtalya, 110 dk.

Çocukluğumun geçtiği Kızıltoprak’ta efsane bir Kent Sineması vardı zamanında… İlk başlarda burada Pazar sabahları gösterilen animasyonlara götürürdü annem beni. Sonra ilkokulla birlikte yavaş yavaş ciddi filmler de girdi hayatıma. Ve işte o dönemde izlediğim filmler sayesinde başladı hem Kent Sineması’na, hem de sinema salonlarının tuhaf kokusuna ve sessizliğine duyduğum aşk. Bu filmlerden biri de, 7 yaşındayken izlediğim, bana önce çok karanlık ve ağır gelen, ancak sinemadan çıktığımda ortada mühim bir şeylerin döndüğüne kanaat getirmemi sağlayan, Jack Lemmon’ın oynadığı Kayıp idi. Hep komik halleriyle görmeye alıştığım tatlı adam, bu kez kaybolan oğlunun peşine düşmüş acılı bir babayı canlandırıyordu. Sonraki yıllarda öğrendim ki filmin orijinal adı Missing, yönetmeni de Costa Gavras’mış. Tamam dedim, önce insan sonra sinemacı kontenjanından kayda alınması gereken önemli bir adam, kendisini izlemeye devam edelim.



Saygınlığı ve üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmeden yıllara meydan okuyan, 80’lerine yaklaşmasına rağmen hala iddialı işler yapan değerli Costa Gavras son filmi Eden a l’Ouest/ Eden is West/ Cennet Batıda ile yeniden bizlerle… Siyasal sinemanın yaşayan usta yönetmenlerinden Gavras’ın sinemasında neler yok ki…: Yunanistan adı verilmeden faşist çetelerle devlet arasındaki gizli ilişkileri gözler önüne seren Yves Montand’lı ve En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödüllü Z/ ÖlümsüZ (1969), askeri dikta altındaki bir Güney Amerika ülkesini anlatan ve başrole yine Yves Montand’ı koyan L’Aveu/ Kuşatma (1970), Pinochet yönetimindeki Şili’de gözaltında kaybolan bir gazetecinin öyküsünü anlatan Missing/ Kayıp (1982), geçmişte Nazilerle işbirliği yapmakla suçlanan bir babanın yaşadıklarını konu alan Music Box/ Müzik Kutusu (1989), Katolik kilisesinin Nazi kıyımı karşısındaki pasif tutumunu eleştiren ve benim de en sevdiğim Gavras filmlerinden olan, özellikle Matthew Kassovitz’in oyunculuğuyla hatıralarımızda son derece naif kareler bırakan Amen (2002), Fransa'da yaşanan işsizlik sorununa değinen Le Couperet/ The Ax/ Ölümcül Çözüm (2005) gibi…



Gavras yeni filminde de, ismi açıklanmayan bir ülkeden kaçarak mutluluk ve refah dolu yeni bir hayat kurmak hayaliyle Avrupa’ya doğru yol alan yasadışı bir göçmenin öyküsünü anlatıyor. Polis kontrolünden kurtulmak için gemiden atlayan göçmen Elias (Riccardo Scamarcio), kendini Fransa sahillerindeki Cennet adlı tatil köyünde buluyor. Gözümüzle görmesek de Elias’ın ardında bıraktığını tahmin ettiğimiz yokluk ve sefaletin antitezi olarak planlanmış Cennet’te başlayan yolculuk, nihai hedef olan büyük kent Paris’e kadar sürüyor. Çevresindekilerle iletişim kurabileceği hiçbir dil konuşamayan Elias, yolculuğu boyunca çeşit çeşit insanla ve Avrupa’nın farklı yüzleri/ gerçekleriyle tanışıyor. Başka bir gezegenden dünyaya düşmüş kadar şaşkın ve saf Elias karakterinin beyazperdede vücuda gelen doğallığı, izleyiciye bu yolculuğu birinci elden yaşatıyor adeta; tüm heyecanları, tehlikeleri, korkuları ve umutlarıyla… Ve film, göçmen sorununu sadece nedenleri ya da vatan topraklarından kopma/ yurtsuzlaşma boyutuyla değil, madalyonun diğer yüzünü çevirerek bu çaresiz insanların yeni yaşamlarında maruz kaldıkları modern kast ve kölelik sistemine getirdiği eleştiriyle de masaya yatırıyor.



Bence müthiş bir film… Ustanın, konuyu işlemek üzere seçtiği yolda ve kurduğu öyküdeki yaratıcılığı tartışılmaz. Filmin en başarılı noktalarından biri de mizah – dram dengesi ve geçişleri. Dolayısıyla izleyici üzerinde hedeflenen duygu ve düşünce hareketliliği en doğru kanaldan ve ölçüsünde gerçekleşiyor. Cennet Batıda’nın bana İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının tadını yaşattığını söyleyebilirim. Oyuncu olarak Riccardo Scamarcio’yu tanımayan birini, Elias’ın halktan bir adam olduğuna rahatlıkla ikna edebilirsiniz. Kısa bir süre önce Ferzan Özpetek’in Mine Vaganti/ Serseri Mayınlar’ında izlediğim ve her performansında biraz daha hayran olduğum Scamarcio bazı yabancı eleştirmenler tarafından yeni Al Pacino olarak nitelendirilmiş.

Özetle… Elias’ın büyük umutlarla çıktığı Avrupa yolculuğu büyük bir hayal kırıklığıyla son bulurken, Avrupa rüyası da tamamen karanlığa gömülüyor… Ve bize de, Gavras’ın olayı irdelemek için seçtiği konu/ yöntemdeki yaratıcılığına ve ironik anlatımına alkış tutmak düşüyor. Çok yaşa ihtiyar delikanlı! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

31 Mayıs 2010

NEW YORK! BU AŞK KOCA BİR YALAN...

New York, Je t’Aime/ New York, I Love You



Yön: Natalie Portman, Fatih Akın, Brett Ratner, Shekhar Kapur, Mira Nair, Yvan Attal, Joshua Marston, Allen Hughes, Shunii Iwai, Wen Jiang, Randall Balsmever
Sen: Scarlett Johansson, Natalie Portman, Fatih Akın, Anthony Minghella, Jeff Nathanson, Yvan Attal, Joshua Marston, Stephen Winter, Yao Meng, Suketu Mehta, Olivier Lécot, Hu Hong, Alexandra Cassavetes, Hall Powell, Shunii Iwai, Israel Horovitz, James C. Strouse, Emmanuel Benbihy (konsept)
Oyn: Natalie Portman, Shia LaBeouf, Bradley Cooper, Blake Lively, Orlando Bloom, Ethan Hawke, Robin Wright, Hayden Christensen, Christina Ricci, John Hurt, Andy Garcia, Eli Wallach, Julie Christie, Uğur Yücel…
Yapım: 2009, ABD - Fransa, 110 dk.

Belli bir tema üzerinde çeşitli yönetmenleri bir araya toplayan, bu tema çerçevesinde her birinin konuya kendi yorumunu getirmesini talep eden, içinde barındırdığı yönetmenlerin avantajını kullanarak özellikle festivallerden hareketle etrafa yayılan ve bir kısım izleyici tarafından eğlenceli/ ilgi çekici bulunan, az az/ küçük küçük ve kolayca tüketilen kısa filmlerden oluşmuş konsept proje janrında yeni bir çalışma daha karşımızda: New York, I Love You. Yine Emmanuel Benbihy’nin yapımcılığı ve konsept tasarımıyla, Aşk Şehirleri serisinin Paris Je T’Aime’den sonraki ikinci filmi, aşk/ sevgi anekdotları üzerine bir kent antolojisi…



Kendi adıma bu tip işlerle ilgili çok olumlu fikirler taşımadığımı peşinen söyleyebilirim. Zira bu projelerin farklı isimleri bir araya getirmeleri itibariyle taşıdıkları popülerleşme potansiyelinin, yönetmenlerin bilinçaltına girerek onlarda tonları daha “light” tutma güdüsü yarattığını düşünürüm. Sevdiğimiz pek çok yönetmenin aynı konudaki farklı yaklaşımı ya da yaratıcı eğilimini görme fırsatı sunsalar da bana göre bu kolajlardaki sınırlayıcı çerçeve ve sipariş altyapısı, o yönetmenlerin yüzde yüz kendileri olmalarına asla izin vermez… Ve netice, sinema adına yavan kalmış, hatta oldukça eğreti/ zorlama/sahte görünen salt ticari bir hamleden öteye geçemez. Hal böyle olunca, kahramanının acı malubiyetine tanık olan çocuklar gibi sinemadan içim burularak çıkar, işin fikir sahiplerine de hafifçe öfkelenmekten kendimi alamam…

Evet sevgili okurlar, New York I Love You’da da tema babası yapımcı Benbihy’nin koyduğu katı kurallar, yönetmenlerin yaratıcı yaklaşımları ve üretim alanlarını iyice baltalamış: Süre 8 dakikayı geçmeyecek, çekimler iki günde bitecek, işin toplamı bir haftada tamamlanacak, mutlaka aşka dair bir karşılaşma/ buluşma öyküsü anlatılacak! Boşuna dememiş büyüklerimiz, “Elini korkak alıştırma!” diye… Bu dar çerçeve içinde ne yazık ki ortaya son derece düz, yavan ve renksiz bir iş çıkmış. Duyguların sıçradığı, özgür bir sinemacının uçuşlarını hissettiğiniz tek bir an yaşatmayan bir deste kısa film…



Detaya inersek; yönetmenlerin çoğunun New York’la yaşamsal bir bağları olmaması nedeniyle, filmlerin de kente dair özel ve derin bir duygu aktarımında bulunamadığını söyleyebiliriz. Öyküler, kent yaşamını ve kent insanının ruh halini irdelemeyi es geçip, daha çok standart New York algısı üzerine bina edilmiş. Bu tip kolajların içindeki filmler genelde süre itibariyle durumları/ anları aktarmaya yönelik hazırlandıklarından çok güçlü olması gereken diyaloglar da, New York I Love You’da zeka pırıltısından oldukça uzak görünüyor.

Diğer yandan öykü mekanları Manhattan’a yoğunlaşmış ve proje kenti bütünüyle kapsamakta yetersiz kalmış. Filmler arasında bağlantı bulunması şart değilse de, burada kurulmaya çalışılmış kesişme noktaları oldukça zayıf. Ama en önemlisi aşk/ romantizm/ trajedi gibi evrensel/ bireysel temalarda odak sabitlenmiş ve New York’un sunduğu etnik farklılıklar, kültürel çeşitlilik, karmaşa vb gibi malzemeler görmezden gelinmiş. Sadece Mira Nair’in bölümünde Yahudi gençkız (Natalie Portman) ile Hintli adamın (İrfan Khan) öyküsü anlatılıyor ki, zaten bu da projenin en başarılı işlerinden biri olmuş.



Kendi adıma en çok beğendiğim işinse, eski bir opera sanatçısının öyküsünü anlatan Shekhar Kapur’a ait film olduğunu söyleyebilirim. Bu bölümün senaryosu geçen yıl kaybettiğimiz Anthony Minghella’ya ait ve projenin bütünü de Minghella’nın anısına adanmış. Diğer bir dipnota gelince… Oyuncular arasında gördüğümüz Natalie Portman, ayrıca ilk yönetmenlik denemesi olan bir kısa filmle de projeye katkıda bulunuyor.

Ve özetle… New York I Love You, listedeki değerli yönetmenlerin ne yaptığını ve nasıl yaptığını görmek için duyulan sinemaseverce bir merakla izlenebilir… Ama salona yüksek beklentilerle girmemeniz tavsiye edilir! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır).

18 Mayıs 2010

Hayat da bir futbol oyunu değil midir Eric...

Looking for Eric/ Hayata Çalım At


Yönetmen: Ken Loach
Senaryo: Paul Laverty
Oyuncular: Steve Evets, Eric Cantona, Stephanie Bishop, Gerard Kearns
Yapım: 2009, İngiltere – İtalya – Fransa – Belçika – İspanya, 116 dk.

İngiliz sinemasının ustalarından Ken Loach, yeni filmi Looking for Eric/ Hayata Çalım At ile yeniden aramızda… 1990’ların başından bu yana, yani 15 yaşlarımdan beri kendisini takip eder ve çok severim. O zaman bu zamandır neredeyse tüm külliyatını izlemişimdir ve aradan hiç boş iş çıkmamıştır. Bazı yazılarımda değindiğim gibi, gelecek filmlerini sabırsızlıkla beklediğim yönetmenlerden biridir o.

Riff-Raff/ Ayaktakımı (1990), Raining Stones/ Yağan Taşlar (1993), Land and Freedom/ Ülke ve Özgürlük (1995), Carla’s Song/ Carla’nın Şarkısı (1996), My Name is Joe/ Benim Adım Joe (1998), Bread and Roses/ Ekmek ve Güller (2000), Sweet Sixteen/ Afili Delikanlı (2002), Ae Fond Kiss/ Duygudan da Öte (2004), The Wind That Shakes the Barley/ Özgürlük Rüzgarı (2006), It’s a Free World/ İşte Özgür Dünya (2007) gibi pek çok iyi filmin yönetmeni Ken Loach sadece toplumsal sorunları, işçinin/ emekçinin halini, sistemin çıkmazlarını anlatmakta değil; özellikle son dönem işlerinde birey üzerine tuttuğu merceği büyüterek içsel analizlerde de iyice ustalaşmıştır. Duygudan da Öte’deki aşk ve özlemin, Özgürlük Rüzgarı’ndaki coşku ve ızdırabın belleğimizde her dem canlı kalan izlerini aynı derinliğe borçluyuz kuşkusuz.


İşte bu yüzden yönetmenden beklentilerim her zaman yüksektir, son filmi Hayata Çalım At’ta olduğu gibi… Buna rağmen filmin beklentilerimin de ötesine geçtiğini ve Loach’un yine yıllara, hayata, profesyonel/ sanatsal yıpranmalara, kendini tekrarlara kurban olmadan, yepyeni tatlar sunan bir iş çıkardığını peşinen söyleyebilirim. Şüphesiz bu başarıda, 90’ların ikinci yarısından beri neredeyse tüm filmlerinde beraber çalıştığı senarist Paul Laverty’nin de katkısı büyük.

Hayata Çalım At yine işçi sınıfından, kaybetmiş- hayatta başarısız olmuş- ezilmiş- mutsuz- güvensiz bir profilin, postacı Eric’in öyküsüne götürüyor bu kez bizi. Yegane mutluluk anlarını büyük aşkı Lily ile dans pistinde geçirdiği gençlik günlerinde bırakan Eric, hayattaki korkuları ve güvensizlikleri yüzünden hem sevdiği kadını kaybetmiş hem kendine bir kariyer edinememiştir. 50’li yaşlarına girdiği şu dönemde, ikinci karısından olan üvey oğullarıyla paylaştığı evde düzensiz bir yaşam sürmekte ve çocukların bulaştığı sokak çetelerinin tehditleriyle uğraşmaktadır. Ve tabii Lily’e olan aşkı ve onunla ilgili pişmanlıkları hiç bitmemiştir…


Bu iç karartıcı tablonun içinde, Eric ve postacı arkadaşları bazı kişisel gelişim kitapları üzerinden yaptıkları grup çalışmalarıyla hem kişisel özlemlerini/ hayallerini paylaşır hem de hayatlarını iyileştirmenin yollarını ararlar. İşte o günlerden birinde, kitaptan gerekli talimat gelir: Gıpta ettiğiniz, sizin için karizmayı ve güveni ifade eden birini düşünün! Öyle hissetmeye, hayata onun gözlerinden bakmaya çalışın!

İşte bu noktada, güçsüz ve çelimsiz Eric’in hayattaki tek idolü, güç timsali Eric Cantona girer görüntüye… Ve bizim Eric, büyük Cantona’yla yaşadığı yarı fantastik diyaloglar (bu kez bir parça Woody Allen havası hissettiğimi de söylemeliyim) vasıtasıyla, kendi hayatına onun gözleriyle bakmaya çalışır. Cantona’dan, güçlü olmayı/ içindeki gücü ortaya çıkarmayı öğrenir. Hayatını düzeltmek ve aşkını geri kazanmak için; modernize edilmiş bir filozof/ ulu bilge/ karete hocası edasındaki Cantona’nın tavsiyelerine odaklanır: Başkalarını şaşırtmak için önce kendine sürpriz yapmalısın… Tehlikeden korkan asla denize açılamaz vb gibi…


Kendisini hayatta zayıf ve değersiz hisseden, önemsenmeye ölesiye ihtiyaç duyan bir profilin karşısına; çıktığı maçlarda yüzbinler tarafından alkışlanan, irade ve fiziksel güçle kazanılmış üstünlüğün simgesi Eric Cantona’yı kontras karakter olarak koymakla denklemi en baştan sağlam temellere oturtmuş Ken Loach – Paul Laverty ikilisi. Üstüne zekice diyaloglar, başarılı kast seçimi, bizim Eric’in muazzam oyunculuğu ve nitelikli mizah da eklenince seyrine doyum olmaz bir film çıkmış ortaya. Sistemin acımasızlıkları ve kendi başarısızlıklarımız sonucu oluşan güçsüzlük ve güvensizliklerimiz, hayatta yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımız, korkularımız/ özlemlerimiz/ hayallerimiz ve kendimize ördüğümüz duvarlar hakkında bir deneme metni adeta… Sinemanın azizliğiyle kutsanmış final sahnesiyle de uzun süre akıllardan kalacak. Kesinlikle kaçırmayın!
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

3 Mayıs 2010

BİR TOPLUMUN VE TARİHİNİN PSİKANALİZİ

Das Weisse Band/ The White Ribbon/ Beyaz Bant


Yönetmen: Michael Haneke
Senaryo: Michael Haneke
Oyuncular: Christian Friedel, Leonie Benesch, Ulrich Tukur, Ursina Lardi, Burghart Klaussner
Yapım: 2009, Avusturys – Fransa – İtalya - Almanya, 144 dk.

2000’lerin en tartışmalı ve alternatif sinemacılarından Michael Haneke’nin son filmi The White Ribbon/ Beyaz Bant yine sarsmak, sormak ve sorgulamak üzere sizleri bekliyor sevgili okurlar… En iyi yabancı film dalında Oscar adayı; 2009 Cannes Altın Palmiye ve Altın Küre En İyi Yabancı Film ödüllerinin sahibi Beyaz Bant, ülkemizde ilk kez geçen yıl Filmekimi’nde gösterildi.

Daha ilk anlardan filmin bana Bergman’ın 1960 yapımı The Virgin Spring/ Gençkız Pınarı’nı anımsattığını söyleyebilirim. Gerek siyah beyaz dokuyla beslenen stilize görselliği, gerek dinginliğin içinde tuhaf bir huzursuzluk barındıran ritmi, gerek çizdiği kırsal portre, gerekse masumiyet-din-suç-ceza kavramlarını çarpıştırma üslubuyla…


I. Dünya Savaşının hemen öncesinde, 1913 yılında Almanya’nın kuzeyindeki bir Protestan köyünde geçen film, artık yaşlı bir adam olan köy öğretmeninin anlatıcılığında (sesiyle Ernst Jacobi), bizi yıllar önce yaşanan bir dizi suç öyküsüne götürüyor; bir sır ve entrikalar yumağının içine atıyor. Şöyle başlıyor sözlerine anlatıcı: “Bu acı dolu öyküler, bu ülkede olan bazı şeylerin nedenini belki açığa kavuşturabilir”. Haneke aslında daha bu noktada gereken ipucunu veriyor; geçmiş ve sonranın gerçekliği arasında bir neden sonuç ilişkisi kuracağını; geçmişin dinamikleri üzerinden sonranın tahlilini yapacağını fısıldıyor izleyiciye. Siyah beyaz görüntü, durağanlık, çözümsüz olaylar ve soğuk/ mutsuz karakterler toplamında oluşan gizemli atmosferi bozmayacak denli sessiz ve derin bir fısıltı bu.

Evet, feodal sistem ve ataerkil düzenin baskısı altında şiddete maruz kalmış çocuklar büyütüyor bu köy. Ve bu çocuklar, II Dünya Savaşı’nın yetişkin Alman vatandaşları oluyorlar... Özetle Haneke, köy halkının ilişkilerine hakim sosyal dengeler üzerinden din, gelenek, eğitim, masumiyet ve masumiyetin göreceliği ya da dönüşümü gibi temaları ve aslında bu birleşenlerin bütününde Alman ulusal kimliği ve toplumsal ruh halinin zaman içindeki evrimini çözümlemeyi deniyor. Bir anlamda da, konuyla ilgili kişisel tezini atıyor ortaya: Almanya’da 20. yüzyıl vahşeti ve faşizmini yaratan hastalıklı ruh halinin kökenlerini, aşırı disiplin ve otorite tacizleriyle kötüleştirilmiş bir kuşakta arıyor.


Önemli güç merkezlerini temsilen gerekli karakterler de öyküye özenle yerleştirilmiş: Nüfusun yarısından çoğunu oluşturan çiftçilerin patronu Baron (muhteşem performansıyla Ulrich Tukur), köyün çocukları üzerinde güçlü bir etkisi olan Protestan papaz (Burghart Klaussner) … Bu bağlamda, Papazın -bir aile geleneği olarak- yapılan hataları cezalandırmak üzere çocuklarının koluna taktığı beyaz bant gibi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli imgeler de var filmde. Alman ulusal kimliğine bir eleştiri olarak yorumlandığında, beyaz bandın Nazi kolluğuna göndermeler taşıdığı olasılığına kadar çeşitlendirebiliriz düşüncelerimizi. Önemli olan şu ki, tarihsel gerçeklikten bağımsız düşünüldüğünde bile, birey mikro parçasında zuhur edecek bir şiddete ve aşırı otoriteye maruz kalma halinin makro düzeyde varabileceği toplumsal vahşeti çarpıcı biçimde anlatıyor Beyaz Bant.


Filmlerinde modern dünyanın açmazları, bireyin kendine yabancılaşması, duyguların yitirilmesi, burjuva yaşamı ve ahlakının zafiyetleri gibi konuları irdeleyen; son derece zorlayıcı, sarsıcı, huzursuz edici ve sert bir sinema diline sahip Haneke, malum, çağın sorunlarına duyarlı muhalif izleyici tarafından “ulu bilge” mertebesine oturtulmuş ve yönetmenliğiyle at başı giden düşünür imajıyla neredeyse bir “Haneke ve müritleri” hissiyatı yaratmaya muktedir olmuş acayip bir adam. Filmografisinden pek çok önemli iş sayılabilir: Duygusal Buzlaşma üçlemesi: The Seventh Continent/ Yedinci Kıta (1989), Benny’s Video/ Benny’nin Videosu (1992), 71 Fragments of a Chronology of Chance/ Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası (1994), Code Unknown/ Bilinmeyen Kod (2000), The Piano Teacher/ Piyanist (2001), The Time of the Wolf/ Kurdun Günü (2003), Caché/ Saklı (2005), Funny Games/ Ölümcül Oyunlar (2007).

Her Haneke filmi gibi Beyaz Bant da, sinemayla “eğlencelik seyir” kavramının ötesinde bağı olanların mutlaka izlemesi gereken bir film. Belki görünürde yönetmenin önceki işleri kadar sert ya da şiddetli değil, ama darbesini sessizce, hissettirmeden indirmeyi biliyor. Bu noktada, filmin ruhu ve atmosferinin oluşumunda büyük pay sahibi olan Christian Berger sinematografisine de son bir büyük alkış lütfen! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)