Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

28 Şubat 2010

Baharda Kiva Han'da bir masalı yaşamak

Sevgili mucizeciler sonunda bahar geldi çattı! Belki hala soğuk, belki hala sabah evden çıkarken içimiz ürperiyor, akşamları gün erken batıyor ama ne olura olsun çok iyi biliyoruz ki bahar ayları resmen başlıyor. Ve biz de biçare ölümlüler olarak yine tüm heyecanını duyuyor, tüm beklentilerini taşıyor ve tüm umutlarını hissediyoruz ilkbaharın. Hal böyle olunca da kıpırdanmaya, yerimizde duramamaya başlıyor ve güzel/ uzun/ aydınlık günlerin izini sürmeye koyuluyoruz.

Evet, kim bilir bu kaçıncı bahar, ama yine de karar verdim, ben sizinle küçük tavsiyeler paylaşmaya çalışacağım güzel günlerimizi ve anlarımızı çoğaltmaya dair. Bunlardan ilki, geçen hafta keşfettiğim – gecikmiş bir keşif olduğunu itiraf ediyorum – Galata Kiva Han. “Anadolu’nun sır lezzetleri”ni barındıran bir özel mekan.

Baharda Beyoğlu günlerinden, kalabalık da olsa İstiklal’de şöyle bir salınarak dolaşmaktan ve sonunda Galata’ya doğru süzülmekten kendinizi alamazsınız değil mi? İşte orada, tam da Kule’nin dibinde sizi bekliyor Kiva Han. Envai çeşit lezzeti, masalsı atmosferi ve güleryüzlü evsahipleriyle…

Kiva, Özbekistan’da bulunan 2500 yıllık bir Türk kenti. Mekanın adı ise bire bir, İstanbul Tahtakale’de açılan dünyanın ilk kahvehanesi Kiva Han’dan geliyor. Misyonu, binlerce yıllık mutfağımızı yaşatmak. Kendi deyişleriyle, “özümüzü bulmak, değerlerimizin farkına varmak ve onlara sahip çıkmak”. Farklı yörelerden az bilinen, unutulmuş tatlarla tanışmak mümkün burada. Saymaya kalksam sayfalar yetmez, zaten siz de okumayı yarıda bırakır doğruca Kiva Han’ın yolunu tutarsınız… Ama fikir vermesi açısından birkaçını sıralayabilirim: Gaziantep’in maş çorbası, Tokat’tan yarma toygası ve pehli, Harput köftesi, galye, keledoş, pimpirim aşı, tıkliye, sıhıl mahşi, beli kırık, dizmeç, demir hindi şerbeti, turunç ve patlıcan tatlıları, elmalı baklava, lor kurabiyesi, kakuleli kahve…

Mekan, mimar heykeltıraş Hüşber Akyürek tarafından, geleneksel ve çağdaş mimari motifler kombine edilerek tasarlanmış. Mekanda Osmanlı Türk mimarisinin kemer sistemi, üstünde Selçuklu desenleri taşıyan çelik levhalar ile yorumlanmış. Konya’daki Selçuklu Sarayı Kubad Abad’ın duvarını süsleyen bir dizi yıldız çini iç mekan tasarımı için seçilmiş ve çeşitli sanatçılar tarafından büyük boy camlar üzerine bire bir yansıtılmış. Masa ve sandalyeler ahşap. Aydınlatmada ise cami kandilleri modernize edilerek uygulanmış. Kiva Han’ın sembolü, elinde kutsal narı tutan meşhur figür.

Bu büyülü atmosfer ve lezzetli mutfağı yaşatan Kiva Han’ın en keyifli yanlarından biri de, içeri girdiğinizde tüm yemekleri boylu boyunca önünüzde görmek. Ardında elinde kepçeyle bekleyen aşçısı ve mermer zeminden vuran tabak çatal tınılarıyla… Eski bir filmde miyiz, masalda mı, yoksa alabildiğine sahici hoş bir bahar anında mı?

Evet sevgili mucizeciler, “neden bir bahar tavsiyesi olarak Kiva Han?” derseniz, kendi deneyimimi sizlerle kısaca paylaşayım… Günün tatlı gri bir renge büründüğü hafifçe serin, keyifli bir öğle sonrası Galata Kiva Han’ın önüne atılmış tahta masalarda oturuyorum. Etraftaki küçük dükkanların sesleri, insan koşuşturmaları, komşu sohbetler ve hemen karşımdaki taş duvarın gölgesinde, sanki bu zamanın dışında ve kent karmaşasının uzağında bir Anadolu kasabasındayım… Yediğim nefis, görkemli enginar dolması ve erikli, baklalı sarmaların, fellah köftelerinin üzerine yeşil şifa şerbetimi yudumluyorum. Bu bahar geri gelir mi? Gelmez… O halde lütfen siz Kiva Han’a bir gelin!

25 Şubat 2010

İNANCIN TUTKUYA MAĞLUBİYETİ...

Son dönem Güney Kore sinemasının yükselişinde pay sahibi yönetmenlerden Park Chan-wook’un geçen yıl Cannes Jüri Özel Ödülüne değer bulunan filmi “Bakjwi/ Thirst/ Kan Arzusu” vizyonda! Meşhur Vengeance Trilogy/ İntikam Üçlemesi (Sympathy for Mr. Vengeance/ Haklı İntikam, Oldboy/ İhtiyar Delikanlı, Lady Vengeance/ İntikam Meleği) ile 21. yüzyılın auteur sinemacıları arasında gösterilen Park, İhtiyar Delikanlı filminin ardından takip ettiğimiz yönetmenler arasına girmiş ve bizi yeni işlerinin merakıyla baş başa bırakmıştı.

Bekleyişimiz Kan Arzusu ile sona erdi. Yunan tragedyalarından ve klasiklerden beslendiğini her zaman dile getiren Park, Emile Zola’nın Therese Raquin romanından yaptığı bu serbest uyarlamada sinemasının ana eksenini oluşturan aşk, şehvet, intikam gibi evrensel konuları irdelemeyi sürdürüyor ve bunu yaparken de şiddet ve cinsellik öğelerini yine özgün biçimde kullanmayı başarıyor.

Orijinal öykü, hasta kuzeniyle zorla yaptığı evlilik sonucu hayatı kabusa dönmüş kadının bir başka adamla savrulduğu tutkulu aşkı ve bu aşkın iki insanı büyük bir suça sürükleyişini anlatıyor. Bu öykü perdesinin ardında neleri kurcaladığını ise Zola vakti zamanında şöyle ifade etmiş: “Tutkuların gizli işleyişini, içgüdünün itişlerini, bir sinir krizi sonunda meydana çıkan zihin bozukluklarını adım adım kovalamaya çalıştım. Ayrı mizaçtaki iki insan arasında olabilecek garip birleşmeyi anlatmaya çabaladım. Roman dikkatle okununca görülecektir ki, her bölüm, meraklı bir fizyoloji olayının incelenişidir”.

Filmin konusuna kısaca değinirsek, cinsel arzularını bastırabilmek için büyük mücadele veren ve “Bedenimi al ki, onunla günah işlemeyeyim” deyip kendini ölümcül bir hastalığın tedavisine bağışlayan Rahip, laboratuar deneyleri son bulduğunda hayatta kalan tek kişi olarak çevresinde bir azize dönüşüyor. Ne var ki Rahibi hayatta tutan asıl gücün, içinde yeni oluşmaya başlayan kan arzusu olduğu anlaşılıyor. Ve çok geçmeden bu arzuya, bir kadına duyulan aşk/ tutku da ekleniyor.

Kan Arzusu’nu romana paralel olarak okuduğumuzda yönetmenin haritası netleşiyor: Orijinalinde kadına odaklanan öykünün filmde erkeğe kaydığını ve yönetmenin erkeği bu kez bir Katolik rahip olarak yorumladığını görüyoruz. Üstelik, dünya üzerinde akla gelebilecek en irrasyonel ve dayanılmaz arzuyu da kullanarak, vampirliği zerk ediyor Rahibin içine. Böylelikle, insanın tutkuya karşı verdiği mücadeleyi, tüm cinsel dürtülerini bastırıp Tanrıya adanmış bir beden üzerinden giderek maksimize ediyor. Ve insan ile vampir arasında yarattığı aşkla da, Zola’nın bahsettiği “çiftlerin mizaç farklılıkları” konusunu en uç boyuta taşıyarak vurguluyor.

Sevgili okurlar, bu ne bir korku filmi ve ne de bir vampir öyküsü. Yönetmen, vampirlik temasını burada sadece bir insanın inancını zorlayacak en büyük ızdırap, pişmanlık ve içsel karmaşayı yaratmak adına bir araç/ metafor olarak kullanıyor. Kan Arzusu yer yer gerçeküstü bir düş dünyasından izler taşıyan, içinde rahatsız edici şiddet öğeleri ve cüretkar bir cinsellik barındıran, kara mizahla süslü bir dram. Rahibin bir noktada “Azıcık emip cesedi atmak hayatı hafife almak olmaz mı?” derken hem güldürüp hem düşündürdüğü gibi…

Yönetmenin, Zola’nın irdelediği konuları, sinemanın edebiyat karşısında ulaşabileceği en yetkin ölçüleri tutturarak başarıyla ve kelimenin anlamını dolduran “özgün” bir yorumla beyazperdeye aktardığını söyleyebiliriz. Sivri dişler, korkunç gözler, haç ve sarımsak gibi ritüelleri dikkate almayan Park, güncel hayatın içinde var olan bir vampir nasıl görünür ve nasıl davranırdı sorularına yanıt arıyor. Şiir tadındaki görselliği ve buna eşlik eden Bach kantatları da filmin duygusunu iyice güçlendiriyor. Özetle, izlenmesi gereken, sıra dışı bir sinema deneyimi yaşatıyor bize Kan Arzusu. Tek hayal kırıklığı ise, İhtiyar Delikanlı sonrasında yönetmene endekslediğimiz “ters köşe/ vurucu final” beklentimizin bu kez gerçekleşmemesi. Hissiyatım odur ki, kazanılan başarılarla gelen ustalık refleksi, yönetmenimizi biraz daha temkinli ve kontrollü davranmaya zorluyor artık.
(Bu yazı www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

22 Şubat 2010

“Kendime ait” turuncu bir fondü seti…

Dostlar, sevgiyle yapılan işler ve keyifli şeylerle geçen bir haftasonuydu… Cuma akşamı Tuğba’nın doğumgününü kutladık. Sonra Cumartesi annemle nostaljik bir Beyoğlu – Galata günü geçirdik. Akşamüzeri, If Bağımsız Filmler Festivali’nde “White Lightning/ Beyaz Şimşek” adında çok tatlı bir film izledim ve ardından bu kez de sevgili dostum Zeyno’mla Arnavutköy’de balık yedik, rakı içtik, dertleştik…

Zeyno’nun bana sözü vardı… Geçen hafta Basel’den getirdiği tuhaf bir aletle, bana İsviçre peynirlerinden bir ziyafet çekecekti Pazar sabahı. Yemeğe ve yeni lezzetler denemeye özellikle meraklı biri olarak heyecanla bekliyordum ben de bu sürpriz kahvaltıyı. Ve o an geldi çattı. Uyandığımda masanın üstünde ızgara gibi görünen, ama altında küçük küçük, tavamsı hazneleri olan bir makinecikle karşılaştım. Sürprizin adı konmuştu artık: Raklet.

Raklet, İsvire mutfak geleneğinde önemli bir peynir; fondü gibi öğle ve akşam yemeklerinde de sofraya gelebiliyor. Evet, biz de hevesle makinemizin başına geçtik ve bahsettiğim minik tavalara peynirlerimizi yerleştirip erimeye bıraktık. Fondüden bir farkla, tamamen sıvılaşmadan ateşten alıp, ekmeklerimizin üzerine akıtarak afiyetle yedik rakletlerimizi. Az sonra “Bir de espresso makinesi aldım dedi” Zeyno, “Bak ev ne güzel kahve kokuyor artık”. O an fark ettim, uzun zamandır tiyatro atölyesi, tango kursu, iş güç, sinemalar vs derken evimi, kendi küçük dünyamı nasıl ihmal ettiğimi…

Geçen yıl, ne yazık ki devamını getiremediğim bir roman yazma girişimim olmuş ve bakın nasıl başlamıştım ilk satırlara: “30 yaşıma girerken evrenin sırrını bütünüyle çözdüğümden, birey ve kadın olarak tamamlanmış olduğumdan ne kadar da emindim. Anımsıyorum, bir akşamüzeri, kendi kazandığım parayla tutup, döşeyip yarattığım o küçük apartman dairesine doğru yürürken ne denli güçlü hissettiğimi. Hayata dair yanıtlanmamış hiçbir soru kalmamış; her durumun ve duygunun denklemi çözülmüş, formüller bulunmuştu. Ama hayat, günün birinde öyle bir kapıda bırakıyor ki insanı, tüm anahtarlara sahip olduğunu düşünürken, telaşla iç ceplerini yoklarken buluyorsun kendini. Ve yazmaya koyuluyorsun… Şimdi, o bahsettiğim “kendime ait” evin salonunda, bilgisayarımın başındayım. Çünkü hayatta ancak kendine doğru adım atacak kadar yalnız kaldığında sözcükler arasında kendini aramaya başlayabiliyor insan”.

Virginia Woolf’un meşhur “Kendine Ait Bir Oda”da bizi uyarmaya çalıştığı gibi: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın!”… Ben nasıl da ihmal etmiştim varolduğum belki de en sahici fiziksel alan olan kendi evimi, yaşam alanımı, evrenimi… Zeyno’dan çıktım ve geçen hafta indirime girdiğini gördüğüm bir mutfak aletleri mağazasına attım kendimi. Ne istediğimi çok önceden biliyordum aslında. İki yıl önce iş gereği Avrupa Kupası için gittiğim İsviçre’de, bir dağ evinde fondü yemiştim ilk kez. Altından verilen minik ateşle alüminyum kaplarda, gözünüzün önünde eriyen peynirler… Erimiş peynire batırmak için sofraya donatılan köy ekmekleri ve patatesler… Kokusu ve sıcaklığı o günkü tazeliğiyle aklımdaydı bir süredir, ama bir türlü zaman ayırıp bu özlediğim lezzete kavuşmak için çaba göstermemiştim.

Evet, kendime ait küçük, basit, turuncu bir fondü setim var artık sevgili mucizeciler. Mutfak aletleri mağazasından çıkıp, bir de market turu attım. Belki sizler biliyorsunuzdur, sıcak şarabın da hazırını yapmışlar sonunda, ben ilk kez gördüm. O halde bir şişe de şarap! Muhtemelen mekandaki yaşam sıcaklığı duygusunu bir parça daha artırabilmek arzusuyla… Ve evimin yolunu tuttum. Etrafı topladım, masanın üstünü boşalttım ve fondü setimi bir sanat eseri gibi en görünür köşeye yerleştirdim. İçinden sıcak peynir kokularının yükseleceği mutlu günlerin hayaliyle şimdi fondü setime, hayata, özgürlüğe, kadın olmaya ve kendimize ait evlere kaldırıyorum kadehimi… Evlerimize ve en çok da o evleri hatırlamaya!

20 Şubat 2010

Bir gece ansızın gelebilirim…

Hayatta hangi duygunun ne zaman nerede karşınıza çıkacağı, bir hatıranın hangi sandıktan fırlayacağı hiç belli olmuyor sevgili mucizeciler. İşte ben de bunlara hoş sürprizler, anı sonsuz kılan mucizeler diyorum. Çünkü unutulanı yeniden keşfettiğiniz o an, mutlaka kayıtlara geçiyor.

Çok keyifli bir akşamın ardından sizlerleyim şu an. Evet, bu akşam çok sevgili dostumun, Tuğba’mın doğumgünün kutladık. İnsan büyüdükçe aşkı olduğu gibi arkadaşlıkları, dostlukları da daha derinden, daha çok paylaşarak ve daha incelikli yaşıyor. Bana göre o “nerede masumiyet çağımızın aşkları, duyguları” sitemini doğrudan evrene gönderirken çok adil davranmıyor pek çoklarımız. Evet belki küçükken, çok genç ve örselenmemişken daha büyük neşeyle ve coşkuyla karşılıyoruz yaşamı; ama zihin haritalarımızdaki çizgiler yoğunlaştıkça kendimizle ve ötekiyle iletişim kuracak yollarımız/ yönlerimiz de çoğalıyor, daha çok katmandan süzerek ve daha derinden hissedebiliyoruz artık.

Evet, bu gece dostumun 34. yaşgünü pastasının mumlarını üfledik. Alkışlar arasında mutluluk dileklerimizi sunarken, bir yandan onun geçmiş 34 yılının umutları, sevinçleri, düş kırıklıkları, sevgileri içinde ben de küçük, anlık bir yolculuk yaptım. Kim bilir, belki o an kendi yolculuğumdu asıl hissettiğim. Ya da dediğim gibi, kendi öykümün deneyimi ve çok yakınımdaki bir başka yaşamın serüveni arasında kurduğum özdeşliklerle, bu anın gücünü daha yoğun hissettim. Mutlu olmayı benim istediğim kadar onun da istediğini bildim. İçinde yaşattığı hayalleri, hayattan beklentilerini o mumları üflerken nasıl çığlık çığlığa bağırmak istediğini duydum.

Ve bu gece, doğumgününde… Metnin başına dönersek, yine hayatın oyunlarından birinin içine düştüm. Tekrar ediyorum, hangi duygunun ne zaman nerede karşınıza çıkacağı hiç belli olmuyor sevgili mucizeciler. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın umut yüklü şiirinden seçkiler gibi… “Bu kadar yürekten çağırma beni!/ Bir gece ansızın gelebilirim/ Beni bekliyorsan, uyumamışsan/ Sevinçten kapında ölebilirim/ …/ Belki de hayata yeni başlarım/ İçimde küllenen kor alevlenir/ …/ Aşk bu, bilinir mi nereye varır…”. Eğer siz, bir hatırayı, geçen yıllarda kalmasına rağmen geçmişe gömmediyseniz, hatıranıza sahip çıktıysanız, o da bir gün mutlaka gelip size borçlandığı duyguyu geri ödüyor. Yeter ki siz hala çağıracak, kapılarınızı açık tutacak kudrete sahip olun.

Evet, unutulanı yeniden keşfettiğiniz an mutlaka kayıtlara geçiyor; yazıda ya da akılda. Bu akşam, “eski” değil, sadece geçen zamana ait bir sevgiyi yeniden sunup, o sevginin hatırasını anın içinde yakalama fırsatını armağan ettiği akşamlarından biriydi hayatın. Ve eve dönerken bir şarkı eşlik etti hatıraya: “Senin alev gözlerin/ Eritse şu ruhumu/ Buz olur kesilirim/ Yanarken içim/.../ Sevdan bir ateş oldu bende/ Gönlüm bir deli coştu sende/.../ Kime dokunur ellerim/ Kimi görür gözlerim/ Ölüm çıkar karşıma/ Yine sen derim”.

Dediğim gibi, bir hatıranın hangi sandıktan fırlayacağı hiç belli olmuyor. Hayat en parlak haliyle kapının arkasından fırlayıp bizleri şaşırtmaya bayılıyor. Hangi çıkmaz sokağın nerelere açılacağı hiç bilinmiyor. Bakalım daha ne mucizeler bekliyor bizi… Yol uzun. Yürümeye, koşmaya, yorulmaya devam… Yola devam!

16 Şubat 2010

Hayat görkemlidir, özellikle lanetlenmişler için...

“Kalbi saf olan ve geceleri dua eden bir adam bile, ay tamamlanıp parlaklaştığında ve bu zehir ortaya çıktığında bir kurda dönüşür”… Evet, en basit haliyle bu motto üzerine bina edilen ve bugüne dek pek çok kez sinema, tiyatro ya da edebiyata malzeme olan kurtadamlık müessesesi yine karşımızda! 1941 yapımı aynı adlı meşhur filmin yeniden çevrimi olan “The Wolfman/ Kurtadam” bu Cuma vizyona giriyor.

Sinemadaki Kurtadam temasının korku türündeki benzerlerinden farklılığı, Frankenstein ya da Dracula gibi zaten varolan bir edebi metinden hareketle değil, direkt bağımsız senaryo olarak ortaya çıkmış olması. Yabancı basında yer alan eleştirilere göre orijinal senaryoda Curt Siodmak tarafından kodlanmış kurtadamlık kuralları yeni filmde de sürdürülüyor; ancak bu kez diyalogların aynı başarıya ulaştığını söylemek güç. Ve ben de, ilk filmi izlememiş olmakla beraber, salt bu filme dair bir öykü anlatımı, sahicilik ve derinlik sorununun var olduğunu peşinen söylemek istiyorum.

1800’lerde geçen Kurtadam’da Lawrence Talbot (Benicio Del Toro), kardeşi Ben’in ortadan kaybolmasıyla gelişen esrarengiz olayları araştırmak üzere İngiltere’deki aile evlerine, daha doğrusu şatolarına geri dönüyor. Şatoda kendisini bekleyenler ise, yıllardır görmediği babası Sir John Talbot (Anthony Hopkins) ile kayıp kardeşinin nişanlısı Gwen Conliffe (Emily Blunt). Burada hemen, Kont Dracula ve benzerlerinin karanlık, viran ve ürkütücü şatolarını gözünüzde canlandırmakta serbestsiniz sevgili mucizeciler. Ek olarak filmin genel atmosferini tarif edebilmek için Tim Burton’ın “Sleepy Hollow/ Hayalet Süvari” ve “Sweeney Todd: The Damon Barber of Fleet Street/ Fleet Sokağının Şeytan Berberi” filmlerinin o puslu, yarı sepyalı yarı siyah beyaz dokusunu örnek verebilirim size.

Star Wars ve Indiana Jones serilerindeki sanat yönetmenliği geçmişinin ardından, en çok da Jumanji ve Jurassic Park III ile yönetmen olarak adını duyuran Joe Johnston, bu konulardaki hünerini Kurtadam’da da göstererek çok şık bir gotik dünya yaratıyor. Ayrıca fiziksel olarak insandan kurtadama dönüşüm sürecinin görsel anlatımı ve Kurtadam karakterinin modern dokunuşlardan sakınılarak sade ve klasik haline sadık tutulması bence filmin en büyük artılarından.

Ne bütünüyle karalanacak ne de her şeyiyle övülecek filmlerden değil benim için Kurtadam. Biçimdeki başarısıyla beraber, elindeki mükemmel felsefi argümanları çarçur ettiği için üzülüyorum. Baba Hopkins’in Hamlet’e gönderme yaparak “olmak ya da olmamak” sözleriyle tamamladığı “Hayat çok görkemlidir, özellikle de lanetlenmişler için” konuşması ya da “İnsan öldürmek günah, canavar öldürmek günah değil. İnsan ile canavar arasındaki sınır nerde başlar?” benzeri pasajlarla daha sık karşılaşmayı arzu ediyoruz filmi izlerken. Ancak ne yazık ki kurtadam ve dolunay motiflerinin sunduğu sonsuz fırsata rağmen film, “iyi/ kötü” – “yaşam/ ölüm” gibi kavramları işlemek/ irdelemek/ derinleştirmekte yetersiz kalıyor.

Oyunculara gelirsek… Del Toro ve Hopkins yine döktürüyorlar. Şunu söyleyebilirim ki, bu baba oğul için yaşayan aktörler arasından oluşturulabilecek daha isabetli bir ikili gelmiyor aklıma. Daha ileriye gidip, Del Toro’nun sinemada Marlon Brando cazibesine git gide yaklaştığı yolundaki çok sübjektif fikrimi de burada itiraf ediyorum. Onun o uykusuz, yorgun, gizemli halleri filmin puslu tablosunda tam isabetle yerini buluyor. Ek olarak, Matrix’ten arkadaşımız Hugo Weaving’i Scotland Yard dedektifi Aberline ve Geraldine Chaplin’i de falcı çingene Maleva rolünde görmekten de keyif alıyoruz. Fakat ölen kardeşin nişanlısı rolündeki Emily Blunt, bana göre filmin en büyük talihsizliklerinden biri. Karakterini yaşamıyor, yaşatmıyor ve hatta final sahnesinin etkisiz kalmasının en büyük sorumlusu olarak belleklerimize kazınıyor.

14 Şubat 2010

AŞK, SONSUZLUK VE BİR GÜNÜN ANISINA...

Tarih 24 Ocak 2010, Adamın doğumgünü.
Kadın, Adama bir mesaj yazar: “En büyük aşkım, geçmişimde senin olmadığın bir hayat ne kadar eksik olurdu…”
Tam 10 yıl öncesine aittir Kadın ve Adamın öyküleri.

Aşk, kırmızıdır.

“Sevgilim İstanbul'da yaz bitiyor,
bu güz gecelerinde ben, sardunyaların arasında
senin getirdiğin mumları yakıyorum.”
der Kadın.

Adam uzaklardan seslenir:
“Gecenin göğsümüzde unuttuğu bir avuç ay ışığı, senin göğsünde bıraktığım en
derin uykumdu. Orada kaldım. Orada kaldı.”

Kadın gülümser, “Bizim aşkımız bu zamanın dışında olduğu için, hiç sonu olmayacak” der. “Angelopulos’un filmindeki gibi… Yarın ne kadar mı? Sonsuzluk ve bir gün kadar”.
Bizim için.

Ve Adam, o mektubu yazar:

“Bir kere bu nota tarih düşülmeyecek, “Bu zamanın dışında”ya sadık kalınacak. İkincisi, “zamanın dışında”lığı yüzünden di’li ve miş’li geçmiş cümleler kullanılmayacak. “Seninle çok güzel zamanlarım oldu” ya da “Seni çok sevmiştim”lerin, çok uzun zaman geçmeyecek yaralar açacağı bilinecek çünkü. Üçüncüsü, bu notta, notu yazanın ömrünce unutamayacağı – bu notta tek tarih bu olacak – bir anısı olacak. Notu yazan, Kadının doğumgününde giydiği ve onu olduğundan güzel, olduğundan seksi, olduğundan kadın gösteren uzun eteği hep hatırlayacak. Onunla yan yana oturduğunu, elini belinin arkasına attığını ve o gece onu her zamankinden çok istediğini…

Notu yazan, o geceyle ilgili başka bir şeyi daha anlatacak. O da Kadının söylediği bir söz. Vurucu olması için sona bırakıyor. Doğumgününden sonra gidilen Kaktüs’te söylenen o sözden sonra, notu yazanla Kadın, öpüştüler. İlk kez ellerinde olmadan, herkesin ortasında. Şimdi burada Kadının gözlerinden, bakışlarını kaçırışından, dudaklarının pembeliğinden, kahkahalarından da söz edilebilir ama geçelim. O, notu yazanın, “Bir daha böyle bir gece geçirilir mi” sorusu olarak aklında takılı kalsın. Kadının söylediği, Adamın unutamayacağı sözüyle bitirelim. Ne demişti Kadın, Yeniköy’de ıssız bir balıkçıda yenilen yemeğin aniden gelen bir telefonla yarım kaldığı geceyi hatırlatarak, “İlk kez birini onun beni öpmesini beklemeden ben öptüm”.

Aşkım, Kaktüs’te öpüştük ya herkesin ortasında… 85’ine geldiğinde bir daha isterim senden…”.

Sözüm sözdür!
Nazende sevgilim...
Sonsuzluk ve bir günün anısına.

10 Şubat 2010

Ölüm bile aşkın ve şiirin karşısında duramaz!

Olağanüstü bir aşk filmi yakında vizyonda sevgili mucizeciler! Uzun zamandır özlediğimiz türden, ismi gibi ışıl ışıl… “Bright Star/ Parlak Yıldız”. Size ilk cümleden, en kısa ve öz haliyle şu tarifi verebilirim: Dönem filmlerini sevenlerden ve hala şiirin romantizmine inananlardansanız, hele de Jane Austin uyarlamaları tadında bir film izlemeyi özlediyseniz Parlak Yıldız’a yaşamınızda, belleğinizde ve kalbinizde mutlaka yer ayırmalısınız.

Şu an yazmaya çalışırken bile ellerim titriyor, kalp atışlarım hızlanıyor… Ve filmin duygusunu sizlerde de canlandırabilme arzusuyla, izninizle birkaç örneğe sığınıyorum: 90’lardan başlayarak Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam, Pride and Prejudice/ Aşk ve Gurur ya da The Duchess/ Düşes'in bende yarattığı heyecan ve coşkuya Parlak Yıldız’da yeniden kavuştum. Kendi adıma, filmin yönetmeni Jane Campion’a teşekkürü bir borç bilirim!

Önceki yıllarda The Piano/ Piyano (1993) ve The Portrait of a Lady/ Bir Kadının Portresi (1996) ile gönlümüzü fetheden Jane Campion hakkındaki düşüncelerim Parlak Yıldız ile iyice netleşiyor. O, özellikle dönem filmleri konusunda çok başarılı bir yönetmen, iyi bir öykü anlatıcısı ve -her türlü ayrımcılıktan kaçmama rağmen- kadın olduğundan mıdır bilmem, özellikle aşkı anlatmakta hünerli bir sinemacı.

1800’lerin ilk çeyreğinde geçen Parlak Yıldız, İngiliz romantik şiirinin son temsilcilerinden, 25 yaşında yaşama veda eden John Keats (Ben Whishaw) ile Fanny Brawne’ın (Abbie Cornish) kısa süren ama çok büyük aşklarını taşıyor sinema perdesine. Bir evi ve geliri olmadığı için, söz konusu dönemde birinin kocası olma hakkına da sahip olmayan yoksul şair Keats ile varsıl aile kızı Brawne’ın şiirle büyüyen aşklarını adım adım yaşıyoruz.

Burada konudan bir parça sapmam gerekse de, tarifi güçlendirmek için sizlere Piano filminden küçük bir hatırlatma yapma gereği duyuyorum. Adamın, sevdiği kadının çorabındaki küçük deliği bulup, oradan tenine dokunduğu sahneyi… Yönetmen yine aynı incelikle işlemeye koyuluyor Keats ile Brawne’ın öykülerini. Bir aşkın doğuşu, serpilmesi, ilk baştaki o çekingen ve ürkek halleri, ilk itiraf öncesindeki hırçınlıkları, gururu ve doruğa ulaşması bu kadar mı güzel anlatılır… Sadece sevgilinin dünyadaki varlığını bilmekten duyulan haz, ilk öpücük… Ve ne yazık ki, ölüme karşı koyamamanın çaresizliği, onunla olmayı sürdürememe ya da onun var olmadığı bir dünyayı kabullenebilmenin kederi…

Keats ile ilk ayrılışlarının ardından, günlerce kalkamadığı yatağından soruyor Brawne: “Bu aşk mı? Bir daha asla gülümsemeyeceğim. Ölecekmişim gibi acı çekiyorum”. Ve ancak sevdiğinden gelen bir mektupla yeniden yaşama dönüyor: “Keşke kelebek olsaydık ve üç yaz günü yaşasaydık. Seninle geçireceğim o üç gün, 50 yıldan bile mutlu geçerdi… Ayrılığımız beni yavaş yavaş öldüren bir zehir gibi. Kağıdı öpücüklerinle doldur. En azından dudaklarım, seninkilerin dokunduğu bir yere dokunur”.

Keats ve Brawne’ın aşklarını derinden hissedebilmemizde, filmin şiirsel anlatımı ve güçlü görselliğine ek olarak oyuncu performanslarının da payı büyük. Ben Whishaw ve Abbie Cornish, bu sıra dışı çiftin masumiyetini mükemmel biçimde izleyiciye yansıtıyorlar… Unutulmaz final sahnesinde Cornish, şairin sevdiğine verdiği “Parlak Yıldız” adını en ışıltılı haliyle, dolu dolu taşıyor ve uçsuz bucaksız kırlarda gözden yitip giderken, kendisine yazılmış eşsiz dizelerle bizi de aşkın sonsuzluğuna erdiriyor: “… Yaslanıp sevdiğimin kabaran göğsüne/ Hep onun yumuşak alçalıp yükselişini duymak/ O tatlı sallantıyla her an uyanık/ Dinlemek durmaksızın o ılık soluyuşu/ Ve hep böyle yaşamak/ Ve hep böyle yaşamak, ya da hiç uyanmamak…”

"25 yaşında kız kalbi var bende..."

“Dünya onun, yolu açık olsun” diyordu Nazım Hikmet. Dünya Semiha Berksoy’u ayakta alkışladı...
Cumhuriyet gazetesindeki muhabirlik dönemimde, 1999’da Semiha Berksoy’la yaptığım söyleşiye bu cümlelerle başlamışım. Türk operasının efsanevi sanatçısı, o günlerde 70. sanat yılını kutlamanın telaşı içindeydi ve Robert Wilson’ın “Önceki Günler, Ölüm, Yıkım ve Detroit” oyununda, tam 90 yaşında Wagner söyleyerek New York’u sarstığı Lincoln Center sahnesinden henüz inmişti.

Doğumunun 100. yılı nedeniyle 12 Şubat tarihinde Kazım Taşkent Sanat Galerisi’nde açılacak “Ben Yaşardım Aşk ve Sanatla” sergisi üzerine, bu olağanüstü kadınla yıllar önce yaptığım söyleşinin bazı bölümlerini sizlerle paylaşmaya karar verdim.

Berksoy, hayatındaki onca aşk ve sanatın arasına bir de kalp ameliyatı sığdırmıştı ve söze bu ameliyattan dem vurarak başlamaktan büyük keyif alıyordu: “Aslında ben 90 yaşında değilim, 25 yaşındayım. 1997 yılında kalp ameliyatı geçirdim, üç damarım değişti. Onun için şimdi 25 yaşında kız kalbi var bende. Öyle olmasa kalkıp Amerika’ya gidip Lincoln Center’da Wagner söylenmez. Büyük bir sesle söylüyorum çünkü… Neden? Kalbim genç de ondan, mesele burada”.

Amerika’da rol aldığı oyunun yönetmeni, onu projede yer almaya ikna edebilmek için Türkiye’ye kadar gelip evinde ziyaret etmişti. Berksoy onca yıllık başarıya, takdire, övgüye ve ödüllere rağmen, kendi dilinden de döküldüğü gibi belli ki hala bir gençkız ruhuyla insanlardan ilgi ve sevgi görmekten müthiş mutluluk duyuyordu. Yönetmenle tanışmalarını anlatırken sesinde beliren coşku ve gözlerindeki ışıltıyı unutmak mümkün değil: “Bu Robert Wilson, Teksaslı bir herif, deli bir şey. Guggenheim Müzesi’ndeki sıra dışı resimler gibi bir adam. Bayılıyor bana, iki kere evime geldi. ‘İlla oynayacaksın’ diyor… Beni angaje etti. Daha da birlikte çalışacakmışız. Eh, ben de 25 yaşında olduğuma göre…”.

“New York’ta kıyamet koptu” diyerek bu kez oyunu anlatmaya başlıyordu Berksoy, “Dünya çapında sanat hareketi oldu. Ingmar Bergman’ın kızı, Fiona Shaw, bütün dünya meşhurlarıyla oynadım. Ellerimi öptüler, çünkü bende büyük ses var, dünyada hiç bulunmayan bir ses… Metropolitan’da bile yoktur. Ben seneler önce Berlin’de de sahneye çıktım. Avrupa’da ‘Wagner muganniyesi olmak için mukadderat tarafından seçilmiş” dediler benim için. Bir sanatkar doğuştan yüksek duygu sahibi olacak. Bu duygu tabiattan bana verilmiş. Aynı sesle, tek ses kullanarak söylemek…’Do sesini verdim, ölümü yendim’. Bu benim lafım”.

Berksoy gerçekten çok sıradışı bir insan ve büyük bir sanatçıydı. Onun gibi olamasak ve hatta sanatçı olmasak da, söyleşiden kalan son öğüdüne kulak vermekte yarar var sevgili mucizeciler: “Bilim olur, sanat olur… Hayatta bir değeri olacak insanın, o şart!”. Evet, içimizdeki değeri keşfetmekte gecikmediğimiz yaşamların kahramanları olmak dileğiyle… Anısı önünde saygıyla eğiliyorum.

9 Şubat 2010

Yaşamın romansını kutsamak: Tango!

Bu haftaki sinema maceralarımdan biri öncesinde, Invictus filminin fragmanından kulağıma çalınan Nelson Mandela’ya ait şu sözlerle yerimden irkildim: “Zapt edilemez ruhum için Tanrılara şükrediyorum… Ben kendi kaderimin efendisi, ruhumun kaptanıyım”.

Önceki yazılarımda, Mucizeler Ülkesini kurduktan sonra kendimi de bu ülkenin kraliçesi ilan ettiğimi söylerken, aslında masallara eğlenceli bir gönderme yapmaktan öte değildi niyetim. Ama ülkeme, yani bu bloga ve sizlere hesap verme duygusu, yaşamımı daha ustaca yönetme sorumluluğunu üstlenmemi, hatırlamamı sağladı. Burası, aslında kendimle bir hesaplaşma alanı olarak, hayallerime sahip çıkıp yaşamımı dolu dolu planlama disiplinini kazandırdı bana.

Evet, söz ettiğim sürecin bir parçası ve sonucu olarak bir oyunculuk atölyesine katıldığımı daha önce sizlerle paylaşmıştım. Ve bu hafta, gerçekleştirilmeyi bekleyen hayaller listesinden bir maddenin daha üstünü çizip tango dersleri almaya başladım. Tango literatürünü şöyle bir karıştırdığımda bulduğum birkaç küçük cümle, bu işe başlama kararımın heyecanını iyice artırmaya yetti: “Tango yapmaya karar verdiğiniz zaman, korkularınızın ötesine geçmeye de hazırsınız demektir. Yaşamın romansını kutsayacak formüle sahip olursunuz. Tango, kendi kaderinizi dans edişinizdir”.

Tango serüvenim, beni daha ilk adımdan yaşamın/ aşkın ritmi ve dengeleri üzerine düşündürmeye başladı sevgili mucizeciler. Partnerimizle “üç seçenekli” tutuş pozisyonunu öğrenerek derse başladık: İlk seçenek uzak, ikincisi orta ve üçüncüsü yakın duruş. Bu üçüncüsü, bir anlamda partnerinizle bütünüyle kucaklaşmayı gerektiriyor. Fakat işin içinde şöyle bir çelişki var ki, partnerinizi en sıkı tutmanız gereken pozisyon ilki, yani uzak duruş hali. Tıpkı birinin sizden uzaklaşmasından korktuğunuzda onu sıkıca kavramaya çalışmanız gibi… Aynı mücadele, dans etmeye başladığınızda, partnerinizin sizin yörüngenizden kaydığı kaçamak adımları kesebilmek ve onu durdurabilmek için önüne çıkışlarınız ile sürüyor. Fakat tüm korkularınız ve kuşkularınıza rağmen, yine de düşmek pahasına tüm ağırlığınızı kollarına bırakırken, kaderiniz yine çaresizce ona güvenmek.

“Dünyadaki diğer müzikler, yaraları iyileştirmek için vardır. Ama tango, bu yaraları açmak ve kanatana kadar üzerlerine parmak basmak için” diyor bir tango şarkıcısı. Dansa bu kadar anlam yüklemek belki kimilerince sorgulanabilir; ama şu bir gerçek ki, düşünceye odaklanmaktan vazgeçip kendinizi müziğe ve harekete bıraktığınızda, tango hakkında söylenenlerin gerçekliğini hissedebilme yetiniz de bir o kadar artıyor.

Henüz ilk dersin ertesindeyiz sevgili mucizeciler. Notalar, adımlar ve duygular gittikçe çoğalacak, şiddetlenecek ve dilerim bu süreci sizlerle paylaşmaya devam edeceğim. Ne demiş ünlü tangocu Carlos Gavito? “Arjantinli değilseniz tango yapamayacağınızı söyleyenlerin büyük yanılgı içinde olduklarını düşünüyorum. Tango göçebedir ve milliyeti yoktur. Onun tek pasaportu duygulardır”.

İtalyan gözyaşlarına Amerikan mendili

İçinde Robert De Niro’nun olduğu filmler, fragmanları sinema perdesinde dönmeye başladığı andan itibaren beni heyecanlandırır. Çünkü de Niro’nun her performansı yeni bir karakterden çok yeni bir aktörü izlemek gibidir; her defasında bu olağanüstü yüzün başka bir anını, başka bir bakışını yakalarsınız… Fakat bu kez “Everybody’s Fine/ Herkesin Keyfi Yerinde”yi izlemek üzere sinemanın yolunu tutarken, heyecanıma bir de küçük tedirginlik eşlik ediyordu. Filmin, Giuseppe Tornatore imzalı ilk versiyonunda (Stanno Tutti Bene/ Herkesin Keyfi Yerinde - 1990) büyük Marcello Mastroianni’nin oynadığı şişe dibi gözlüklü, fötr şapkalı, koyu renk pardösülü tonton ihtiyarı bu kez De Niro yorumuyla izleyecek olmanın merakı ve tedirginliği…

İlk versiyonu izlediğimde henüz ortaokuldaydım ve tüm detayları layıkıyla anımsadığımı söyleyemem. Buna rağmen filmin dokusundaki hüzün ve Mastroianni’nin canlandırdığı karakterden bana geçen duygu hala içimdeki tazeliğini koruyordu. Tahmin edeceğiniz gibi, Kirk Jones’un yönettiği Everybody’s Fine’da aynı derinliği bulamadım. Bu farklılığın analizini yaparkenki ölçütlerimizin iyi yönetmenlik veya kötü yönetmenlik ya da oyuncu performansları olduğunu düşünmüyorum. İki film arasındaki duygu farklılığının en mantıklı açıklaması, öykü anlatımının ardındaki ruh halinde yatıyor bence.

Yıllar önce usta bir İtalyan yönetmenin bizlere aktardığı çok dokunaklı öyküyü, bu kez Amerikan mizahıyla yumuşatılmış olarak izliyoruz. 90’larda bizi gözyaşlarına boğan bu dram, 2010’a geldiğimizde, hayatın hüzünlü yanlarını da gülümseyerek karşılama formülü sunuyor bize. Film, özelikle karısının ölümünden sonra çocuklarından ve çocuklarının ilgisinden uzak kalmış yalnız bir babanın, onlarla yeniden iletişim kurabilmek ve aile sıcaklığını yeniden yakalayabilmek için her birinin evine doğru çıktığı yolculuklar zincirini anlatıyor. Baba De Niro’nun çocuklarını ise Drew Barrymore, Kate Beckinsale ve Sam Rockwell canlandırıyorlar.

İlk versiyonu kadar sarsıcı ve sahici olmasa da, öykü ve De Niro’nun performansı yine de filmi izlenmeye değer kılıyor. Her ebeveynin ve her çocuğun, dolayısıyla herkesin; içinde kendi yaşantısından anlar yakalayabileceği ve kendi aile fotoğrafının gerçekliğiyle yüzleşebileceği bir film Everybody’s Fine. Özetle; anne, baba veya çocuk olarak, aslında çok iyi bildiğimiz fakat türlü çeşitli öfkelerimiz, korkularımız ya da egolarımız yüzünden görmezden geldiğimiz yaralarımızın farkına varmak için iyi bir fırsat.

En yalın haliyle, filmin verdiği ipucunu sizlerle paylaşmaya çalışayım: Onları büyütebilmek için en büyük fedakarlıkları yapmış olsa da, bir babanın çocukları için arzusu, kendisini gururlandıracak işler başarmaları değil öncelikle mutlu bir yaşam sürmeleri olmalıdır. Bir çocuğa “gerçekten mutlu musun?” sorusunu sorabilmek ve bu sorunun yanıtını DİNLEMEK. Aile olmak ciddi ve güzel bir iştir… Birbirimizi duymak, tanımak ve kabullenmekte geç kalmazsak…

7 Şubat 2010

Kitapsız dünyada fütüristik din dersi


Uzun zamandır beklenen “The Book of Eli/ Tanrı’nın Kitabı” filmi geçen hafta vizyona girdi ve ben de gidip izledim… Ama dikkatinizi çekerim ki, cümleye “nihayet geldi de izledim” şeklinde başlayamıyorum; zira sevgili mucizeciler, ben bu filmi pek beğenmedim.

Sinemada atmosfer yaratımını çok önemserim; çünkü başka bir dünyanın gerçekliğine layıkıyla girebilmek, filmden aldığınız hazzı da bine katlar. Hughes kardeşlerin yeni filmi The Book of Eli atmosfer konusunda sınıfı yıldızlı pekiyi ile geçiyor. Kardeş yönetmenler zaten Karındeşen Jack’i anlattıkları Johnny Depp’li filmleri “From Hell”de yarattıkları karanlık ve rahatsız edici evrenle başarılarını kanıtlamışlardı. Ancak gelin görün ki, özellikle The Book of Eli tarzı fütüristik filmlerde bu kasvetli ve depresif dünyaları oluşturabilmek artık Amerikan sineması adına çok da yenilikçi ve önemli bir hamle sayılmıyor.


The Book of Eli, kabaca, büyük bir facianın ardından viraneye dönmüş yeryüzünün boş ve ürkütücü vahalarında, dünyada tek kalmış İncili Batıya götürmek için boynunda poşusuyla yolculuk eden iyi adam Eli (Denzel Washington) ile dini kullanarak insanlara hükmetmek için İncili ele geçirmek isteyen kötü adam Carnegie (Gary Oldman) arasındaki mücadeleyi anlatıyor. Filme fütüristik bir yol filmi, ya da, özellikle eski kovboy filmlerinin tarz ve triplerini anımsatan bazı halleriyle fütüristik western denilebilir kanımca.

Ne yazık ki bu çarpıcı görsellik, filmin bazı ders ve öğütleri bağıra bağıra veren Amerikan klişeleriyle dolu akışıyla etkisini yitiriyor. Kahramanımız Eli, en tok sesiyle “İnsanlar bir zamanlar ihtiyacından fazlasına sahipti ve bu yüzden hiçbir şeyin değerini bilmezlerdi. Şimdi uğruna öldüğümüz şeyleri bir zamanlar çöpe atardık” gibi cümleler kuruyor ve her fırsatta İncil’den yaptığı alıntılarla insanlığa doğru yolu göstermeye çalışıyor: “Toprak senin yüzünden lanetlendi/ Ve artık sana diken ve çalı verecek/ Oysa sen topraktan yaratıldın/ Topraktan geldin, toprağa gideceksin”…


Sonuçta atmosferi başarılı ama derdini “3 yaşında bir çocuğa anlatır gibi” anlatan The Book of Eli’dan etkilenmek güçleşiyor. Bu genel yoruma ek olarak değinmek istediğim bazı olumlu ve olumsuz detaylar da var tabii… Örneğin, tersine dönmüş bu dünyada farenin kedi etiyle beslenmesi ya da kendi evlerinde yalnız bir hayata mahkum olmuş yaşlı çiftin müzik setlerinden yayılan “Ring My Bell/ Kapımı Çal” melodisi filmden hoş espriler olarak akıllarda kalıyor. Ve bence, Bee Gees şarkısı “How Can You Mend a Broken Heart"ın Al Green yorumu eşliğinde Eli’ın hayattaki tek başınalığının tasviri, filmin en unutulmaz sahnesi: “We could never see tomorrow, no one said a word about the sorrow… Please help me mend my broken heart and let me live again/ Yarını asla bilemezdik, kimse bize kederden söz etmemişti… Lütfen kırık kalbimi onarmama yardım et, yeniden yaşat beni”.


Ayrıca yıllar öncesinin “Otomatik Portakal” çocuğu Malcolm McDowell’ın bembeyaz olmuş halini, “Flashdance” yıldızı Jennifer Beals’ı ve ıvır zıvır dükkanı sahibi olarak Tom Waits’i filmde görmekten keyif aldığımı söyleyebilirim. Fakat esas kızımız Mila Kunis için ne yazık ki aynı hoş duyguları besleyemiyorum; zira Angelina Jolie tarzı vahşi savaşçı formatlı kadınların beyazperdeye ne kattığını anlamakta hala güçlük çekiyorum. Açlıkta da olsa savaşta da, iyi günde kötü günde bize bir Marilyn Monroe bir Sofia Loren lazımdır diyerek kucaklıyorum sizi sevgili mucizeciler!

5 Şubat 2010

Ertelenmiş düşlerin günahını çıkarmak

Bugün kendim için bir şey yaptım… Evet, yaptım ve özel bir tiyatro atölyesinde oyunculuk kursuna başladım.

Mucizeler Ülkesi’ni kurmak hayatımın direksiyonunu şimdiden sürpriz sokaklara kırmaya başladı sevgili mucizeciler. Geçenlerde facebook statüme şöyle yazmıştım: “Madem bir ülkem var artık, kendimi de bu ülkenin kraliçesi ilan ediyorum!”.

Burada sizlerle buluşma öncesindeki yazma sürecinde kendimle baş başa kalmak, ertelenmiş düşlerimi hatırlamamı sağlayacak kadar derinlere inme becerisini ve sonra, bu düşleri yine sizlerle paylaşmak üzere gerçeğe dönüştürme heyecanını veriyor bana. İnsan yazdıkça, sözcükler ve düşünceler arasında kendini bulma gücü de artıyor.

Benim, bugün o 15 kişilik küçük atölyede geçen üç saatin sonunda diyeceğim şudur: Eğer yıllardır “acaba yapsam mı?” diye düşünen, içinde bu isteği duyan ama onca işin gücün arasında bir yetişkin olarak bu fikri anlamlandırmakta ya da bir mantık zeminine oturtmakta güçlük çeken ve üşenenleriniz varsa sizlere sesleniyorum… Lütfen ertelemeyin!

Bugün o 15 kişilik küçük atölyede, yıllar sonra bir hocanın karşısında yeniden “küçük olmuş” biz büyükler, çocuklar gibi şendik... Yetişkin hayatlarımızın unutturduğu bir yalınlıkla birbirimize merhaba dedik, kucaklaştık ve salt kendi irademizle seçtiğimiz, ertelenmiş bir düşü gerçekleştirmenin ortak paydasında günah çıkardık. Ben bugün orada; kim olduğum, hayatım, ilişkilerim, işlerim ve sorumluluklarımın dışına çıkıp paralel bir evrende yeniden var olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşadım.

İşte Mucizeler Ülkesi’nin bana yaptıkları sevgili mucizeciler… Sözcükler arasında boğulduğumu sanırken, aslında kendi kaybolmuşluğumdan sıyrılıp nefes almaya başlıyor ve yerimden kalkıp gerçekleşmemiş hayaller listesinden bir maddenin üstüne çizik atabiliyorum. Ve sonrasında da yeri geliyor, tiyatro diye başladığım bir yazıda, hayatı ertelemek üzerine ciddi sözler söylerken buluyorum kendimi.

Tiyatro ya da yamaç paraşütü veya eski bir sevgiliye sarılmak… Her ne olursa olsun, ertelediğiniz anın içinde sizi bekleyen şeye kavuşmak için daha fazla zaman kaybetmeyin. Zira inanıyorum ki, eğer içinizdeki sesin sizi çağırdığı bir ülke varsa orası sizin ait olduğunuz yerdir ve bu yolculuğa çıkmaya değer. Sonunda hiç tanımadığınız bir evrende kaybolmamak için…

3 Şubat 2010

Tam ortasındayım karın, soğuğun, hayatın

Bu sabah Yeniköy'den Balmumcu'ya, hayatımın en keyifli yolculuklarından birini yaptım. Mazhar Alanson’un yeni yayımlanan “Mazhar Olmak” kitabının arkasına iliştirilmiş mucizevi cd eşliğinde, sahil yolu boyunca cep telefonumun kamerasından kar manzaraları çekerek… Öyle keyifliydi ki; ayaklarım hala yere basmıyor.



Enteresan bir şey var... Eskiden yağmurdan hiç hoşlanmazdım; 30'lu yaşlarıma yaklaşırken yağmura aşık oldum. Çocukken kar en sevdiğim şeydi, sonra aradaki yıllarda karlı havalar ödümü patlatır oldu; bu yıl ise yeniden keşfediyorum beyazın büyüsünü. Unuttuğun bir şeyi yeniden hissetmeye başlamak inanılmaz heyecan veriyor; yaşam umudunu artırıyor insanın. Belki 10 yıl sonra da, bugün hiç farkına varamadığın bir şeyi bu kez aşkla keşfedecek ve yeniden, yeni bir tutkuyla hayata bağlanacaksın. Bu böyle sürüp gidecek…



İşte bu sabahki yolculuğumda benzer bir şey yaşadım; Mazhar’ın sesi ve gitarıyla... Tabii ki önceleri uzak durup da sonradan sevmiş olduklarımdan değil o. MFÖ bizim için hep vardı, hep eşsizdi, hep bir taneydi… Ama yine de, bir süre ara verdikten sonra ve bu süreçte yaşadığınız, hissettiğiniz, demlendirdiğiniz türlü çeşitli yeni hal ve duygunun üzerine, bugünkü halinizle Mazhar’ı yeniden dinlemek, sıfır kilometre bir deneyim yaşatıyor insana. Bu sadece ortalama tansiyon seyrinde, salt yeni bir bilgiyi algılamak şeklinde meydana gelmiyor tabii… Derinden sarsılıyorsunuz.

Sarsılma şöyle cereyan ediyor… Hem bazı satır aralarına yeniden uyanıyorsunuz, hem de Mazhar bu seferki üslubuyla sizi sudan çıkmış balığa çeviriyor. Bir stüdyo prodüksiyonu değil bu. İçinden gelmiş, kendi evinde almış gitarı eline, bir seferde kaydedip çıkmış. Siz düşünün artık, tamamen yalnız kalmış ve kendini boşluğa bırakmış söyleyen bir Mazhar’ın halini. Sizin odanıza konuk olmuş, karşınızda çalıyor, söylüyor. Söylemeyi bırakın; ruhu ağzından dışarı çıkıyor sanki.



Yeniköy’den İstinye’ye kıvrılıyorum… “Yandım yandım, yandım yandım aaaah ki ne yandım”. Emirgan’a doğru devam ediyor yolculuğum… “Benim hala umudum var, isyan etsem de istediğim kadar”. Bebek’e yaklaşıyorum… “Tam ortasındayım yağmurun, karın, soğuğun”. Arnavutköy’ü ardımda bırakıyorum… “Sensizliği bitmedi gecelerimizin”. Ve varış noktasına yaklaşıyorum… “Dayanamadım gayrı döndüm canım, diyerek diyerek gel bana gel”.



Yeni yıldaki gelişiyle, 34 yaşımda yeniden kalbimi çalan kar beyazına ek olarak bu sabah Mazhar’ı ve kendimle ilgili bir şeyi daha keşfediyorum. Uzman değilim, eleştirmen değilim, neden yazıyorum? Sadece sanatı iyi takip eden biriyim. Nota bilmem, müzik anlatmaya çalışıyorum; sinema okumadım, film yazıyorum. Neden mi? Ah bu heyecan yok mu… Hayata heyecanla yeniden ve yeniden bağlanmak, bu heyecanı çığlık çığlığa bağırabilmek için karşı konulamaz bir arzu duyarak yazmak. Tam ortasındayım karın, soğuğun, heyecanın ve hayatın. Yazmasan olmaz ki…

2 Şubat 2010

Bir gençlik arkadaşına veda... Salinger!



“Anlatacaklarımı gerçekten dinleyecekseniz, herhalde önce nerede doğduğumu, rezil çocukluğumun nasıl geçtiğini, ben doğmadan önce annemle babamın nasıl tanıştıklarını, tüm o David Copperfield zırvalıklarını filan da bilmek istersiniz, ama ben pek anlatmak istemiyorum. Her şeyden önce, ben bu zımbırtılardan SIKILIYORUM”...

Büyük harfler bana ait. Sözlerin bütünü ise, geçen hafta yaşamını yitiren efsanevi yazar Jerome David Salinger’a...

Edebiyat dünyasının en gizemli figürlerinden, ergenlerin büyük kahramanı, kimine göre “münzevi” kimine göre “şöhret kaçağı” Salinger, başyapıtı The Catcher in the Rye/ Çavdar Tarlasında Çocuklar’a bu cümlelerle başlamıştı.

1919’da Yahudi bir baba ve İrlandalı Katolik bir annenin çocuğu olarak New York’ta dünyaya gelen Salinger, yayımladığı az sayıda kitabın ardından (Çavdar Tarlası’nda Çocuklar, Dokuz Öykü, Franny ve Zooey, Yükseltin Tavan Kirişini Ustalar! - Seymour: An Introduction, Hapworth 16, 1924) toplumun ilgisinden, sosyal hayattan, New York’tan kaçarak New Hampshire’a yerleşti. 1974’de verdiği son röportajında “Kitap yayımlamamakta harikulade bir huzur var” diyerek ortalıktan kayboldu ve yaşamının geri kalanında medyadan uzak durmaya, fotoğraf çektirmemeye, kendisi hakkında yazılan yazıları hukuki yollara başvurarak engellemeye çalıştı. Hayattaki en büyük kaygısı kuşkusuz kapalı ve gizli kalabilmekti.

Belki de bu yüzden çok popüler bir yazar değildi Salinger. Ölümünün ardından Internette bir tur attığımda, hakkında doğru düzgün bir metne rastlayamadım. Henüz çok iyi tanımayanlar ve merak edenler için özetlemek gerekirse; Salinger, Çavdar Tarlasında Çocuklar ve kitabın başkahramanı Holden Caulfield’ın Amerikan edebiyatı ve ergen romancılığı denince hala ilk akla gelen isimler olduğunu söyleyebiliriz.
16 yaşındaki Holden karakteri, öfkeli ve eğlenceli bir başkaldırı ikonu olarak kitabın yazınsal başarısını bile geride bırakıp, ergen dünyasında hala yaşayan kült bir figüre dönüştü ve yaklaşık son 50 yılda dünyanın dört bir yanında genç kuşakların hezeyanlarını paylaştı. Salinger’ın başarısının en büyük sırrı hem ergenler adına konuşarak, hem ergenlere seslenerek, hem de ergenlerin o alabildiğine dürüst ve kendine özgü dilini kullanarak yazmasındaydı. Ergenlerin dünyaya dair en gizli yargılarını sahiplendi. Özellikle kurduğu enerjik ve gerçekçi diyaloglar, yapıtlarının ilk yayımlandığı yıllarda yazın dilinde bir devrim olarak nitelendi ve çoğu eleştirmen tarafından Salinger’ı farklı kılan en önemli niteliği olarak gösterildi.

Kendisiyle yapılan bir röportajda “İnsanlardan sadece hoşlanıyor olmaktan yoruldum. Tanrıdan, saygı duyabileceğim birileriyle karşılaşabilmeyi diliyorum” diyen Salinger’ın yarattığı Holden karakteri, belki de tüm yaşamı boyunca kendi içinde taşıdığı öfkenin imgesi ya da yansımasıydı. İnsanlar arasında olmaktan duyduğu tükenmişliğe dair en uç ifadesi ise şu olmuştu: “Mutlak bir hiç kimse olma cesaretini bulamamaktan yorgunum”.