Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

29 Mart 2010

BİR İLİŞKİ VE EBEVEYNLİK ÜTOPYASI...

Away We Go/ Uzaklara Gidelim


Yön: Sam Mendes
Oyn: John Krasinski, Maya Rudolph, Carmen Ejogo, Catherine O’Hara, Jeff Daniels, Maggie Gyllenhaal

2000 yazında bir pazar akşamı 6. His ve Amerikan Güzeli’ni art arda izlediğimde, hem sinemaya olan iştahım iyice artmış hem de gelecek yıllarını merakla beklediğim iki yeni yönetmenle tanışmıştım. 24 yaşındaydım; her iki film de o zamana göre oldukça farklı, yenlikçi ve şaşırtıcı birer sinema deneyimi sunuyordu benim için. Hele de Amerikan Güzeli… Öyküsü, anlatım dili, ritmi beni bir anda kavrayıvermiş ve yönetmen Sam Mendes kimdir, nedir diye meraklanmaya başlamıştım bile. On yıl önce bir dahi olduğunu düşündüğüm genç İngiliz’le tanışmamız işte böyle cereyan etti.


Beni heyecanlandıran bir yönetmen daha girmişti artık hayatıma. 2002 yılında gelen ikinci filmi Road to Perdition/ Azap Yolu’nda, Amerikan Güzeli’nden farklı olarak mizahı rafa kaldırmış, derdini daha ağdalı bir dille anlatan, daha karanlık, ciddi ve ağır bir Mendes vardı karşımızda. Ardından 2005’te Jarhead ve 2008’de Revolutionary Road/ Hayallerin Peşinde geliyordu ki, keza bu sonuncu filmde de mizahla yollarını ayırmış, daha olgun ve ciddi hali keskinleşiyordu yönetmenin.

Aradan geçen yıllarda, kendisiyle ilgili dahi tanımlamam geçerliğini yitirdi ama yine de o hala sevdiğim yönetmenlerden biri. Hatta Away We Go/ Uzaklara Gidelim, Mendes’in belki de bugüne dek çektiği en küçük ve iddiasız film olmasına rağmen… Evet, senaryosu Dave Eggers ve Vendela Vida tarafından kaleme alınan Uzaklara Gidelim bir yol filmi ve durum komedisi olarak tanımlanabilecek sevimli bir yapım. Film, belli ki sermaye düzenine muhalif, daha alternatif bir yaşamı benimsemiş, sıra dışı ve hafiften entelektüel bir çiftin ilk bebeklerini karşılama sürecini anlatıyor. Bu güzel haberi alan çift, bebekleri için uygun bir yuva ve doğru ebeveyn modelini tespit etmek üzere, arkadaşlarından akrabalarına uzanan bir ziyaretler dizisine başlıyorlar. Ve tabii bu sırada hayat, hayat vermek, anne baba ve aile olmak gibi konuları sorguladıkları, yer yer sarsıcı yer yer keyifli, çetin bir süreçten geçiyorlar.


Peki bir sorun var mı? Hayır bir sorun yok, ama alkışlanacak ya da tekrar izleme arzusu uyandıracak bir iş de yok önümüzde. Yönetmen, Uzaklara Gidelim’de tıpkı Hayallerin Peşinde’de olduğu gibi yine ilişkilerinde değişim sürecinden geçmekte olan bir çiftin öyküsüne çeviriyor kamerasını. Oysa ben hala Mendes’den, Amerikan Güzeli’nde olduğu gibi beni şaşırtmasını, yine zekice bir meseleyle ve o meseleyi hınzır bir biçimde anlatarak karşımıza çıkmasını istiyorum. Uzaklara Gidelim çift olmanın ve bir ilişkiyi yürütmenin, hayatı birlikte geçirmenin güçlükleri ve bu güçlüklerle nasıl baş edildiği konusunda birtakım klişeler üzerinde gidip geliyor. Üstelik çiftimiz bazen bu konularda öyle rafine diyaloglara giriyorlar ki, gerçek hayatta işlerin pek de böyle yürümediğine dair çığlıklar atmaya başlayan iç sesimiz doğrudan filmin inandırıcılığını sorgulatıyor bize.

Çiftin kendi egolarını kontrol edip sevgiyi bir üst değer olarak koruma ve uzlaşabilme hali gerçekten baştan çıkarıcı, ama ne yazık ki belli yaşam deneyimine sahip yetişkinler olarak ziyadesiyle ütopik geliyor insana. Bence bu filmin en tatlı yanı oyuncuları… Gerçek hayatta “Gel de sen şimdi bu işin içinden çık” dedirtecek o bunaltıcı süreçleri, anları öyle gerçeküstü bir sevimlilik haliyle çözümlüyorlar ki, bu çiftin hem erkek hem de kız tarafı birer masal kahramanı gibi kalıyor aklımızda. Adam, ironik şişe dibi gözlüklerinin ardından müthiş bir olgunlukla kadını sarmalayan hali, kadın ise güçlü, bağımsız ve ilişkideki dominant tavrıyla son derece başarıyla çizilmiş iki karakter oluşturuyorlar. Yan oyuncularda da marijinal hippi anne rolündeki Maggie Gyllenhaal, Oscar’a aday olduğu Çılgın Kalp’tekinden çok daha akılda kalıcı bir performans sergiliyor.


Özetle… Mendes, Uzaklara Gidelim’le yeniden mizaha göz kırpsa da, Amerikan Güzeli gibi sıra dışı ve ses getirecek bir film sunamıyor bize. İzlediğimiz karakterleri seviyor ve bu yolculuk boyunca oldukça eğleniyoruz, ancak ilişkinin inandırıcılığı konusunda yaşadığımız sorun finalde iyice perçinleniyor ve bence film en büyük açığı da bu noktada veriyor. Çifti son kararlarına götüren düşünsel süreci, bu geçişin alt metnini irdelemekte yetersiz kalan film, nasıl sona vardığını anlayamadan perdeden kaybolup gidiyor aniden… (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır).

22 Mart 2010

HİPPİ ASKERDEN İÇTİMADA MEDİTASYON

The Men Who Stare at Goats/ Özel Kuvvetler


Yön: Grant Heslov
Oyn: George Clooney, Jeff Bridges, Ewan McGregor, Kevin Spacey

Bu hafta Özel Kuvvetler adıyla vizyona giren The Men Who Stare at Goats, bire bir Türkçeye çevrildiğinde Keçilere Gözlerini Dikip Bakan Adamlar gibi bir başlıkla karşımıza çıkan ve gerçekten adı kadar absürt bir antimilitarist komedi. Ama bu söz bolluğu sakın sizi yanıltmasın… Uzaktan enteresan görünse de Özel Kuvvetler’in çok cazip ve başarılı bir film olduğu söylenemez.

Yönettiği kısa metraj filmler ve tv dizileri de bulunan ama daha çok oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Grant Heslov, 2002’de çektiği Par 6 adlı komedinin ardından Özel Kuvvetler ile sinemada ikinci kez uzun metrajı deniyor. Aslında Heslov ile Clooney arasındaki işbirliği çok yeni değil. Heslov, ünlü oyuncunun 2005’te yönettiği Good Luck and Good Night/ İyi Geceler ve İyi Şanslar’ın senaryosunu yazmış ve hatta bu çalışmasıyla en iyi özgün senaryo dalında Oscar’a aday gösterilmişti. Özel Kuvvetler ise, Amerikalı muhabir Jon Ronson’ın 2003 yılında Irak savaşında iliştirilmiş gazeteci olarak bulunduğu dönemi anlatan kitabından, Peter Straughan tarafından senaryoya aktarılmış.


Daha ilk andan kamera açıları, renkleri, diyalog stili ve anlatıcıya dayalı iletişim biçimiyle Coen Kardeşleri anımsatan film, Irak savaşını izlemek için yollara düşen muhabirimizin (Ewan McGregor) Kuveyt sınırından ülkeye giriş çabalarıyla başlayıp, 80’lerde Amerikan ordusunun içinde kurulmuş çok özel ve sıra dışı bir askeri birliğe uzanıyor. Muhabir, Kuveyt’te kaldığı otelde eski bir askerle (George Clooney) tanışıyor ve bu ikilinin birlikte yaptıkları Irak yolculuğu sırasında gelişen diyaloglar/ olaylarla, biz de meşhur Jedi Projesi’ne vakıf oluyoruz.

“Süper güçleri olan bir süpergüç yaratmak” fikri üzerine kurulmuş projenin öyküsü şöyle… Vietnam savaşı sırasında ölümden ve şiddetten nefret eden asker (Jeff Bridges), sevgi ve barış adına ordudan ayrılıp bir New Age harekete katılıyor. Burada altı yılını birlikte geçirdiği hippilerden feyiz alarak, yeni bir askeri formatın hayallerini kurmaya başlıyor ve projesini hayata geçirmek üzere orduya geri dönüyor. Ve sonuçta; birbirlerine kurşun atmak yerine çiçek uzatan, dans eden, meditasyon yapan, kafayı bulan, saçlarını ören bir Yeni Dünya Ordusu çıkıyor ortaya. Ruhani eğitimden geçiyor, zihinlerini boşaltıp psişik güçlerini geliştirmeyi öğreniyorlar. Silahlarla değil akıllarıyla savaşıyor, düşmanın zihnine giriyor, psişik güçleriyle insanları etkisiz hale getiriyor, görünmez oluyor, duvarlardan geçiyor, bir bakışlarıyla keçileri öldürüveriyorlar! Onların hepsi birer medyum casus, süper asker, Jedi savaşçısı… Ancak Irak savaşı dönemine geldiğimizde aynı birimi, kötü adamın (Kevin Spacey) ellerine düşmüş ve eskisinden çok farklı, zavallı bir halde görüyoruz.



Askerlik gibi ciddiyet ve disiplin timsali bir müessese mizahla buluşunca, ister istemez absürt/ komik bir malzeme çıkıyor ortaya. Ancak tür, tema ve kadro itibariyle oldukça çekici görünen bu film, ne yazık ki beklentilerimizi karşılamakta yetersiz kalıyor. Yol filmi ve antimilitarist komedi niteliğindeki Özel Kuvvetler; ordunun kötü yönetilmesi ve kaynakların boşa harcanması gibi konulara eleştiri getiriyor, zaman zaman güldürmeyi ve izleyicide sıcak duygular uyandırmayı başarıyor, ama bütüne baktığımızda derdini anlatmakta zayıf ve odaksız bir öykü sunuyor izleyiciye. Aslında ustaca işlendiğinde bir komedi tufanına dönüşebilecek bu sağlam malzeme ne yazık ki perdeden usulca kayıp gidiyor. Ve toplamda, güzel ama öksüz kalmış bir fikir ile hiç iz bırakmayan kötü bir film kalıyor geriye…
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

18 Mart 2010

AKLIN LABİRENTİNDE ZİNDANA VURULMAK

Shutter Island/ Zindan Adası


Yön: Martin Scorsese
Oyn: Leonardo Di Caprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Max von Sydow

Gel de söyleme… İşte böyle olur ustaların filmi! Daha ilk anlardan, gemi adaya doğru yol alırken, biz o geminin içinden çoktan Zindan Adası’na girmiştik sevgili okurlar. Evet Martin Scorsese’nin yeni çalışması Shutter Island/ Zindan Adası, dönüp tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran filmlerden… Bana göre bir başyapıt.

Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz, demişler. Scorsese zaten yaşayan bir efsane… Usulen saymaya kalksak, en iyilerle özetleyelim desek yine koca bir liste çıkıyor karşımıza: Mean Streets (1973), Alice Doesn’t Live Here Anymore/ Alice Artık Burada Oturmuyor (1974), Taxi Driver/ Taksi Şoförü (1976), New York New York (1977), Raging Bull/ Kızgın Boğa (1980), The Color of Money/ Paranın Rengi (1986), The Last Temptation of Christ/ Günaha Son Çağrı (1988), Goodfellas/ Sıkı Dostlar (1990), Cape Fear/ Korku Burnu (1991), Gangs of New York/ New York Çeteleri (2002), The Aviator/ Göklerin Hakimi (2004), The Departed/ Köstebek (2006).


Ve Zindan Adası’nda, dördüncü kez başrol koltuğuna Leonardo Di Caprio’yu oturtuyor Scorsese. Genel bir yorumla başlayıp, ardından detaya girelim, çünkü söyleyecek çok söz var. İyice kendini geliştiren Di Caprio başta olmak üzere, tüm oyuncular şiir gibi bir performans çıkarıyorlar. Hele de Ben Kingsley ve Max von Sydow’u iki kıdemli doktor olarak izlemek pek keyifli. Filmin asıl gücü ise atmosferinden geliyor. Zindan Adası belki de yönetmenin bugüne dek çektiği, görsel açıdan en zengin filmlerden biri.

Evet film daha ilk andan geminin Zindan Adası’na doğru son derece gizemli ilerleyişi, adanın uzaktan o karanlık, etkileyici görüntüsü, Di Caprio ve Ruffalo’nun canlandırdığı iki polisin şapkaları, pardösüleri, keskin bakışları, en karizmatik halleri, sıkı diyalogları ve fondaki ürpertici müzikle izleyiciyi içine alıyor. Diğer yandan, Scorsese’nin bu filmle Hitchcock’a bir selam çaktığını da düşünmüyor değilim. Zira son ana dek çözülmeyen sır düğümü, bu düğümün katman katman irdelenişi, filmin bütününe yayılan gizem duygusu ve bu gizemin adeta tüm karakterlerde ölüm soğukluğuyla her an hissedilmesi, adresi netleştirmiş. Süpervizörlüğünü Robbie Robertson’ın yaptığı film müziği de, özellikle Gustav Mahler, Brian Eno, Alfred Schnitkke, John Cage seçkileriyle atmosferi iyice güçlendiriyor.


Zindan Adası, daha önce de Mystic River/ Gizemli Nehir ve Gone Baby Gone/ Kızımı Kurtarın adlı yapıtları sinemaya aktarılan yazar Dennis Lehane’in aynı adlı romanından Laeta Kalogridis tarafından senaryolaştırılmış. Ancak Zindan Adası’nın diğer iki yapıta göre çok daha derin ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söylemek gerek. 1950’lerde geçen filmin izleyiciye sunduğu ilk öykü, iki polisin kaybolan bir hastanın soruşturmasını üstlenmek üzere Zindan Adası’na gelişleri... Fakat gerçeklik çok geçmeden dönüşmeye; odağını, temasını ve hedeflerini değiştirmeye başlıyor. Paralel olarak, aklımız da filme dair yeni sorular türetmeye koyuluyor tabii: Acaba izlediklerimiz gerçek mi, yoksa kaybolan hasta hikayesi sadece iki polisi adaya çekmek için kurgulanmış bir araç mı? O da nesi? Yoksa tüm gördüklerimiz kahramanın bilinçaltı süreçlerinden mi ibaret, her şey kahramanın aklında mı olup bitiyor? Ya da bir adım ötesinde, aslında kahraman olarak izlediğimiz kişi bambaşka biri mi ve tüm gördüklerimiz, onun asıl kimliğini ortaya çıkarmak üzere tasarlanmış bilimsel bir düzenek mi?


İlk andan itibaren film gizemini koruyor ve son ana kadar gerçeğe kavuşmamıza izin vermiyor. Malum, ada kavramı, zihin labirentinin şahane bir metaforu olarak ve yarattığı “kapalılık/ izole edilmişlik” duygusuyla zaten her zaman çok gizemli bir malzeme. Bu noktada Michelangelo Antonioni’nin, adada kaybolan arkadaşlarının peşine düşmüş bir grup insanın öyküsünü anlatan son derece sinir bozucu filmi L’Avventura (Macera) geliyor akıllara. Kahramanız Di Caprio, dünyaya düşmüş Küçük Prens misali sürdürdüğü ada yolculuğunda, karşısına çıkan her yeni karakterde yeni bir bilgiye ulaşıyor ve bu bilgiler filmin rotasını sürekli değiştiriyor. Geçmişle köprü kuran, görsel değeri oldukça yüksek düş ve halüsinasyon sahneleri de duyguyu güçlendirmekte önemli rol oynuyor.

Scorsese, Zindan Adası’nda, izleğini suç ve suçlu temasından hafifçe kaydırıp, Korku Burnu ve Taksi Şoförü’nde olduğu gibi zayıflamakta/ kaybedilmekte olan zihin yetisine yaklaştırıyor. Bu çerçevede şiddet/ insanın özünde var olan şiddet temalarına da yer yer değiniyor. Filmin tek sorunu, ortalardaki bir takip bölümünde ritmin hafifçe düşmesi ve akışın ağırlaşması. Ama inanın, hiç önemli değil. Bu çok özel deneyimi yaşamak için arada azıcık kasvete değer. Kara film geleneğini referans alan, kendine özgü bir evren yaratmayı başarmış, görsel zenginliği, oyuncu performansları ve müthiş gizemli atmosferiyle başyapıt sayılabilecek bu çok önemli psikolojik gerilimi kaçırmamanız tavsiyesiyle…
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

VİSKİMİ ÇAKARIM, OSCARIMI ALIRIM !

Crazy Heart/ Çılgın Kalp


Senaryo - Yön: Scott Cooper
Oyn: Jeff Bridges, Colin Farrell, Maggie Gyllenhaal, Robert Duvall

En iyi erkek oyuncu dalında Jeff Bridges’e Oscar ödülünü kazandıran Crazy Heart/ Çılgın Kalp bu hafta gösterimde sevgili okurlar… Arada unuttuklarım varsa şimdiden affınıza sığınıyorum; ama şunu peşinen söylemeliyim ki, 1995 yapımı Mike Figgis filmi Leaving Las Vegas/ Elveda Las Vegas’daki Nicolas Cage performansının ardından Çılgın Kalp, beyazperdenin tüm zamanlardaki en sahici alkoliklerinden biriyle tanıştırıyor bizi.

Romantik bir müzikal dram olarak niteleyebileceğimiz Çılgın Kalp, Thomas Cobb’ın romanından Scott Cooper tarafından senaryolaştırılarak sinemaya aktarılmış. Film, Cooper’ın ilk yönetmenlik deneyimi. Müzikler ise Stephen Bruton ve T. Bone Burnett’e ait (filmin The Weary Kind şarkısı Burnett’a Oscar getirdi). Filmde Jeff Bridges tarafından canlandırılan country şarkıcısı Bad Blake karakteri, Amerikalı üç ünlü müzisyen Waylon Jennings, Merle Haggard ve Kris Kristofferson’ın bir kombinasyonu olarak kurgulanmış. Tabii bunlardan bize en yakın olan ve filmdeki karakterde de özellikle görsel olarak ön plana çıkanı Kristofferson.


Çılgın Kalp’in, beyazperdede daha önce de country müziği, müzisyenlik, alkolizm veya düşüş öyküleri üzerine kurulmuş benzeri filmlere göre büyük bir yenilik getirdiğini ya da yeni bir şey söylediğini söylemek güç. Ama en azından anlatması gerekeni derli toplu bir şekilde anlatıyor ve en önemlisi de Jeff Bridges gibi hoş, güçlü ve karizmatik bir adamdan destek alıyor.

Filmde Bridges’in canlandırdığı 57 yaşındaki Bad Blake alkolik, düşkün, yalnız, parasız, çaptan düşmüş, vazgeçmiş, umudunu ve sağlığını yitirmiş ama gururunu asla kaybetmemiş bir country şarkıcısı.“Bad Blake sarhoş, boşanmış ya da kaçakken bile hiçbir konserini kaçırmamıştır” diyecek kadar… Hatta şarkı söylemekte olduğu sahneyi aniden terk edip, kusup yeniden mikrofonun başına dönecek kadar. Ve küçük kasaba barlarında sürdürdüğü gecelik performanslarından biri sırasında, kendisiyle röportaj yapmak isteyen kadın gazeteci Jayne (Maggie Gyllenhaal) ile tanıştığında yıllar sonra ilk kez yeniden hayata dönmek ve ayık olmak istiyor.

Bridges aldığı kilolardan, sarsak duruşundan, hırıltılı sesinden rahatsız bakışlarına kadar karakterini bize yüzde yüz yaşatıyor ve Big Lebowski’den sonraki en büyük performansını çıkarıyor. Zamanında bir numara olmuşluğu tadan ve içinde hala iyi bir şeyler yapma arzusuyla çırpınan; yer yer insani zaaflarımızı, çaresizliklerimizi görüp midemize güçlü bir yumruk yediğimizi hissettiğimiz, yer yer eski günlerinin cazibesine dönüp en seksi haliyle içimizi hoplatan sahici mi sahici bir Bad Blake giriveriyor sonuçta hayatımıza. Karşısındaki genç country şarkıcısı Tommy’yi (Colin Farrell) cebinden çıkarıyor… Genelde beğendiğim ve özellikle de Woody Allen’ın “Cassandra’s Dream/ Cassandra’nın Rüyası” filmindeki performansına bayıldığım Farrell ise Çılgın Kalp’de ne yazık ki yetersiz kalıyor.


İçinde hayat olan/ içine girip yaşadığınız filmlerden Çılgın Kalp. Özellikle Gyllenhall’ın canlandırdığı kadın gazeteci ile Bad Blake’in ilk karşılaşmaları olan röportaj sahnesi, benim kişisel sinema belleğimdeki unutulmaz kareler arasına girecek gibi görünüyor. Gyllenhall’ın bu rolle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar’a aday olduğunu da hatırlatalım; ama bana kalırsa aşık bir kadın olarak inandırıcılığını tüm film boyunca korumayı başaramıyor. Robert Duvall’ın küçük rolü de, son dönem sinemasında sıkça rastladığımız ustalara saygı/ nostalji yaratma işlevini üstleniyor ve Çılgın Kalp izleyiciye hoş müzikler taşıyan, hoş anlar yaşatan, insancıl ve naif bir küçük film olarak görevini tamamlıyor. Büyük bir oyuncu performansı görmek isteyenler, Jeff Bridges için Çılgın Kalp’i izlemeli…
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

“Her yerdeki değerli kızlar için”


Precious/ Acı Bir Hayat Öyküsü

Yön: Lee Daniels
Oyn: Gabourey Sidibe, Mo’Nique, Paula Patton, Mariah Carey, Lenny Kravitz

Sapphire’in Push isimli romanından Geoffrey S. Fletcher tarafından senaryolaştırılan film aile içi şiddet, cinsel taciz, tolumdan dışlanmışlık ve yoksullukla mücadele eden 16 yaşındaki bir kızın öyküsünü anlatıyor. Gençkız tüm olumsuzluklara rağmen hayallerine ve eğitimine tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor ve her koşulda hayata umutla bakabilmek konusunda izleyiciye büyük bir ders veriyor.

“Her şey evrenin bir armağanıdır” sözleriyle başlayan filmde, önce çirkin ve şişman bir kızın sorunlarıyla uğraştığımızı düşünürken, hemen ardından bu durumun göçmenlik/ azınlık olmak/ yoksulluk gibi toplumsal gerçekler boyutuna taşındığını görüyor ve en sonunda da kadın olmak/ kadın olmanın kaderi (cinsel obje olarak görülmek, taciz vs) gibi evrensel bir zemine oturtulduğunu fark ediyoruz. Bu anlamda, filmin, bireyin varoluşunda çok katmanlı bir irdelemeye gittiğini söylemek de mümkün. Ancak kapanıştaki “Her yerdeki değerli kızlar için” ithafı, odağı kadın sorunu üzerinde netleştiriyor.


Hayatta “değersiz” hissetmek için her türlü olumsuzlukla karşılaşan bir gençkızın, kendi değerini keşfetme öyküsünü anlatan film, aralardaki “En uzun yolculuk bile küçük bir adımla başlar” benzeri yönlendirmelere rağmen didaktik ve Amerikanvari kalma tuzağına düşmüyor. Filmin bir başka marifeti de, bu denli ağır bir konuyu asla trajediye ya da duygu sömürüsüne başvurmadan anlatmayı başarması. Lee Daniels’ın 2005 tarihli ilk çalışması Shadowboxer’ın ardından ikinci yönetmenlik deneyimi olan Precious, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi yardımcı kadın oyuncu (anne rolüyle Mo’Nique) dallarında Oscar ödülüne değer bulundu.
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

8 Mart 2010

Ah Çılgın Şapkacı... keşke hep beraber olsak...

Bir Alice olsam, saatli tavşanı görsem, ağaç kovuğundan yuvarlanıp harikalar diyarına düşsem, kötülerle savaşsam, kuşlar uçursam, kılıçlar kuşansam, uçsam kaçsam düşsem kalksam da, ah bir Çılgın Şapkacı bulsam… Evet, bu hafta vizyona giren son Tim Burton harikası “Alice in Wonderland/ Alice Harikalar Diyarında” yine zengin görselliği ve biricik kahramanlarıyla beklenen etkiyi yaratıyor. Hele de Johnny Depp, yönetmenin ellerinde yine bir sanat eserine dönüşüyor ve hiç ayrılmak istemediğimiz, yanımızda eve götürsek dedirten Çılgın Şapkacı karakteriyle filmin yıldızı oluyor.


Sıradışı/ deli-dahi klasmanında yer alan ve fanatiklerinin gözünde sinemacılıktan çıkıp totemleşen adamlardan biri Tim Burton. Filmografisine baktığımızda neler ver neler… Genelde en çok sevilenler ise şöyle: Beetlejuice/ Beter Böcek (1988), Batman (1989), Edward Scissorhands/ Edward Makaseller (1990), Ed Wood (1994), Sleepy Hollow/ Hayalet Süvari (1999), Big Fish/ Büyük Balık (2003), Charlie and the Chocolate Factory/ Charlie’nin Çikolata Fabrikası (2005), Corpse Bride/ Ölü Gelin (2005), Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street/ Fleet Sokağının Şeytan Berberi (2007).

Tabii bu kez beklentimizi katlayan, zaten uzayda on sihirbaz etkisindeki Burton’ın elinde bir de Alice Harikalar Diyarında gibi fantastik bir malzeme olması… Evet, film Lewis Carroll’ın “Alis Harikalar Diyarında” ve “Aynanın İçinden” kitaplarına dayanarak Linda Woolverton tarafından senaryolaştırılmış. Başrollerde yine Burton’ın da, bizim de fetiş oyuncularımız olan Johnny Depp, Helena Bonham Carter ve ek olarak, Alice rolündeki Mia Wasikowska ile Anne Hathaway, Crispin Glover, Michael Sheen, Stephen Fry var. Ve müzikler de yine Burton’ın kadim dostu Danny Elfman’a ait.


Viktorya döneminde bir genç kız olan Alice, çocukluk yıllarındaki fantastik macerasından tam 12 yıl sonra harikalar diyarına geri dönüyor, fakat geçmişteki yolculuğuna dair hiçbir şey hatırlamamakta. Burada eski arkadaşları Çılgın Şapkacı, Beyaz Tavşan, Tweedledee ve Tweedledum, Fare, Tırtıl, Cheshire Kedisi ile yeniden bir araya geliyor ve Kupa Kraliçesi’nin korku krallığına son vermek üzere büyük bir mücadeleye başlıyorlar.

Film, canlı oyuncular ile animasyon karakterlerin buluşmasından oluşuyor. Burton, orijinal öyküde Alice karakterinin art arda farklı karakterlerle karşılaştığını ancak bu durumlar arasında duygusal bir bağ hissedilmediğini; filmde ise öyküsel bir bütünlük yakalamaya çalıştığını söylüyor. Alice, Viktorya dönemi genç kızlarının tersine toplumsal baskılara başkaldırıp kendi yolunu seçmiş bir kahraman olarak tasarlanmış. Çılgın Şapkacı rolündeki Depp’i filmde turunca saçlarla görüyoruz. Oyuncu, öyküde defalarca zehirlenmiş olan bu karakterin saçları, tırnakları ve gözlerindeki turuncuyu zehrin dışarı sızışı olarak yorumluyor. Alice ve Şapkacı, iki yalnız karakter olarak birbirlerini anlıyor ve özel bir dostluk bağı geliştiriyorlar.


Burton tüm detaylara sadık kalmasa da eserin klasik özünü koruyor ve orijinal öyküye taze bir yorum getiriyor. Filmin % 90’ında green box kullanılmış. Harikalar diyarı bölümleri California Sony Pictures Stüdyoları’nda çekilmiş. Çekimler iki boyutlu olarak gerçekleştirilip, film daha sonra post prodüksiyon aşamasında 3D’ye aktarılmış. Unutmadan söyleyeyim; harikalar diyarı anlamına gelen wonderland bu kez “underland/ yer altı” olarak tanımlanıyor. Nedeni ise filmde, ünlü eserin orijinalinde ve sonraki animasyon uyarlamalarında alışkın olduğumuzdan biraz daha ürkünç bir evren yaratılmış olması.

Aslına bakarsanız harikalar diyarının biraz daha renkli ve neşeli görünmesi bizim de tercihimiz olurdu… Ama Burton’dır, vardır bir bildiği diyor ve kendisine saygılarımızı sunuyoruz. Ayrıca filmdeki balık uşak, kurbağa muhafız gibi tadına doyulmaz yan karakter sürprizlerini de ona borçlu olduğumuzu unutmayalım. Özetle, beklenenden biraz daha karanlık ama yine tılsımlı ve sevilesi binbir karakterle dolu bu özel sinema deneyimini kaçırmamanız dileğiyle!

4 Mart 2010

Şarkılarla yamalanan bir sanatçı krizi

Kısa süre içinde ikinci kez bir İtalyan başyapıtının Hollywood versiyonuyla karşı karşıyayız sevgili okurlar! Giuseppe Tornatore filmi “Stanno Tutti Bene”nin yeniden çevrimi olan “Everybody’s Fine/ Herkesin Keyfi Yerinde”nin ardından, şimdi de Federico Fellini’nin efsane filmi “Otto e Mezzo/ Sekiz Buçuk”dan esinlenen “Nine” sinemalarımızda. Ancak bu kez denklem biraz daha farklı ve karmaşık…

Fellini, 1963 yılında kendisine En İyi Yabancı Film dalında üçüncü kez Oscar ödülünü kazandıran (ilki Sonsuz Sokaklar, ikincisi Cabiria’nın Geceleri ve dördüncüsü Amarcord ile gelir) Sekiz Buçuk ile, bir yönetmenin yaratıcılık buhranını siyah beyaz bir dünyada ve daha önce benzeri görülmemiş Barok bir anlatımla beyazperdeye aktarmıştır. Değerli Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi’nden bir alıntıyla; İtalyan yazar Dino Buzzati, filmi “Bir dahinin mastürbasyonu” olarak tanımlar. Sekiz Buçuk, Fellini’nin o güne dek yaptığı filmlerin sayısını yansıtmaktadır (Usta, Lattuda ile çektiği ilk filmi Luci del Varieta/ Varyete Işıkları, L’amore in Citta/ Kentte Aşk ve Boccaccio 70’i yarımşar film sayar).

Sekiz Buçuk, 1980’lerin başında oyun yazarı Mario Fratti tarafından “Altı Tutkulu Kadın” adıyla oyunlaştırılır. Fratti, oyunun baş karakteri olan yönetmene, iki büyük usta Visconti ve Fellini’nin isimlerini birleştirerek Guido Contini adını vermiştir. Daha sonra oyun, Arthur Kopit’in metni ve Maury Yeston’un müzikleriyle Broadway sahnelerine taşınır. Ve yıllar sonra, Michael Tolkin ile Anthony Minghella tarafından senaryolaştırılıp, yönetmen koreograf Rob Marshall tarafından bir müzikal filme dönüştürülür. Zira Marshall, kendisine 2002’de bolca Oscar kazandıran “Chicago”nun ardından benzeri bir projenin hayalini kurmaktadır.

Gün bugün olur ve yıllar önce Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı, yaratıcılık bunalımı yaşayan yönetmen Guido Contini rolü Nine’da Daniel Day-Lewis’e teslim edilir. Yönetmenin bilinçaltı süreçlerinde karşısına çıkan, geçmişine dair kadınları ise Penelope Cruz, Marion Cotillard, Nicole Kidman, Judi Dench, Sophia Loren, Kate Hudson ve Fergie canlandırırlar. İlk filmde olduğu gibi “Nine”da da düşünceler, düşler, gerçekler, anılar iç içe geçer ve bu çerçevede yönetmenin çelişkileri, korkuları ve kaygıları sorgulanır. Peki ilk filmin başarısına ulaşılabilir mi? Ne yazık ki, hayır…

Fellini’nin yarattığı fantastik bilinçaltı dünyanın karşısında, Nine’ın çok daha hafif ve yönetmenin güncel yaşantılarının içinde kaldığını söyleyebiliriz. Bırakın başyapıtla karşılaştırmayı, eğlencelik kontenjanından değerlendirip aynı derinliği aramasak da, Nine’a yine de kendi başına başarılı bir müzikal film denemez sevgili okurlar.

Nine, içine “reklam arası” edasında şarkıların ve dansların serpiştirildiği tatsız bir belgesel gibi geldi bana… Birbirine mantıklı geçişlerle bağlanmaktan çok, peşi sıra yamalanmış gibi duran bir diyaloglar ve şovlar paketi! İzleyici olarak bir müzikalden başlıca beklentilerimiz, kuşkusuz ortaya koyulan duygunun bizlere şarkıyla geçmesinin sağlanması ve etkileyici görselliktir. Burada ise ne şarkılar, ne danslar ruhumuzda bir heyecan yaratmıyor ve belleğimizde hiçbir iz bırakmıyor. Filmin müzikal anlamda en iyileri Fergi’nin “Be Italian” ve Kate Hudson’ın - her ne kadar rolünün geneli için aynı şeyi söyleyemesek de- “Cinema Italiano” performansları.

Evet oyunculara bir göz atarsak, Daniel Day-Lewis’in bildik yeteneğinden çok uzak, Nicole Kidman’ın eğreti ve Mario Cotillard’ın da yabancı basındaki tüm övgülere rağmen fazla abartılı bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Judi Dench ve Sophia Loren’i nerede olursa olsun görmek güzel… Ve filmdeki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar adayları arasına giren Penelope Cruz ortalamanın üzerinde iş çıkarıyor. Ek bilgi olarak, filmin En İyi Sanat Yönetimi ve En İyi Kostüm dallarında da Oscar beklediğini söyleyelim.

Her şeye rağmen bunca sevilen oyuncuyu bir arada görmek zevktir derseniz, tercih sizin. Ama Nine’ın unutulmaz müzikaller arasına girmeyeceği de kesin…
(www.tersninja.com’da yayınlanmıştır)

2 Mart 2010

Düş kentinin kırmızı kadını...

Kadın kısa süre önce tanıştığı biriyle, ikinci randevusuna hazırlanmaktadır. Temmuzda, İstanbul’un en sıcak akşamlarından birinde… “Evet hoş biriydi” diye geçirir aklından gardırobun açık kapıları karşısında ne giyeceğine karar vermeye çalışırken, “akıllı, sohbeti keyifli, kibar, üstelik doktor, hem de psikiyatr”. Geçen hafta birlikte güzel bir yemek yenmiş, gece boyunca müzikten, sanattan, edebiyattan konuşulmuştur.

Sonunda kırmızı elbisesini giyer, siyah saçlarına hafif dalgalı bir biçim verir. Toplasam mı, açık mı bıraksam diye düşünür bir an, ama saçlarının omuzlarına dökülen hali aynada gözüne daha hoş, daha kadınsı görünür. Sıra ayakkabılardadır, rahat mı yoksa daha yüksek bir şeyler mi… Ama yine hafiften yorulmayı, Cihangir’in Arnavut kaldırımlı sokaklarında zahmetle yürümeyi göze alıp topuklu kırmızı ruganlarda karar kılar. İki taraf da yakın arkadaşlarıyla buluşmaya gelecek ve gece küçük bir grup olarak geçirilecektir.

Kadın, çalıştığı şirketten samimi arkadaşıyla Beyoğlu’nda bir restoranda buluşur, ne de olsa diğer taraf gelmeden önce konuşulacak, anlatılacak tonla şey vardır… Tabii ki öncelik, geçen haftanın özetindedir. Aynı şeyleri tekrarlar dili, “Hoş biri, kibar, entelektüel”. Bir yandan da çantasından çıkardığı küçük el aynasına bakarak saçlarını düzeltir, hafifçe uçmuş olduğunu fark ettiği kırmızı rujunu tazeler ve şişeyi çıkarmadan, ellerini çantanın içine doğru tutarak bileklerine azıcık daha parfüm sürer. Çok geçmeden küçük restoranın kapısı açılır ve beklenen kişi arkadaşıyla, hemen ardındaki diğer Adamla içeri girer.

Hayatın tüm akışının tek sözle değişeceğine, tüm belleklerin silinip dünyaya yepyeni öykülerin düşeceğine dair bir hissiyattır böyle bir anda yaşama sevinci. Ucuna çeşit çeşit düşlerin tutturulduğu kocaman kırmızı balonlar uçuşuverir etrafta. Gökkuşağının yedi rengi kavuşur beyaz olur… Sadece kendi soluğunun duymaktadır Kadın. Adam, beyaz bir gömlek giymiştir. Uzun boyludur, güneşten koyulaşmış teni yeşil gözlerini iyice belirginleştirmiştir. Dalgalı saçları kısa kesilmiş, arkaya doğru taranmıştır. Ve boynunda deriden ipe bağlanmış bir kolye vardır. Beyaz gömleğinin üstten açık bırakılmış birkaç düğmesine rağmen Kadın seçemez Adamın kolyesinin ucundaki figürü, ama gözü hep oraya takılı kalır. Belki de Adamın yüzüne, gözlerine, ellerine bakmamak için bir kaçış fırsatıdır kolyenin gizemi.
Elleri çok güzeldir Adamın.

Otururlar. Artık başka kimseler yoktur masada. Sözde ve evrende, Kadın ile Adam ilk kez yan yanadırlar. Hala bakışlarını kaçırmaktadır Kadın, ne yapacağını bilmeme anlarının telaşını geçiştirebilmek umuduyla çantasından çıkardığı sigarayı dudaklarına götürür. Adam, anın fiziğine aykırı bir hızla çakmağını çıkararak Kadının sigarasını yakar. Gerçeklikte ayrı koşan iki ritmin zaman yolculuğundaki buluşması, rastlantının kudretinden öte neyle açıklanabilir ki…

İlk ateş düşmüş, öyküler dökülmeye başlamıştır artık masaya. “Lady in Red” çalar, Adam hafifçe gülümser. Kadın ilk kez görüyordur Adamın gülümseyişini. Ortak bir düşleri vardır; sinema. Godard’ın “Serseri Aşıklar”ından konuşurlar, Linklater’ın “Before Sunrise”ından… Kısacık vakitlere sığdırılmış, belki tek günlük aşkları anlatan unutulmaz filmlerden. Bazen zamanı unutur ve bir filmi yeniden yaşarlar, bazen kahkahalarla gülerler, Kadın arada hafifçe saçlarını düzeltir eliyle, Adam yeni bir söze başlarken ara ara hafifçe eline dokunur Kadının.

İkisinin de düşleri ve ardında uzanan büyük planları, uzun yolculukları vardır. Adam gidecektir, onun büyük düşü Paris’tir çünkü. Paris’te bir yaşam ve Paris sokaklarında çekilecek filmler… Kadın bir İstanbul aşığıdır, doğduğu, büyüdüğü kentte sürecektir hayallerinin izini. Konuşurlar, konuşurlar, konuşurlar. Işıklar söner, içkiler biter ve konuşurlar… Ta ki gün doğana ve Adamı Paris yolculuğuna götürecek sabahı karşılayana kadar.

Adam gider. Kadın anlar, ama bir yandan da anlayamaz. Sadece o filmlerden bir cümle takılı kalır aklına: “Eğer geçmişle mücadele etmek zorunda değilsen, hatıralar harika şeylerdir”.
Hayat daha pek çok öykü anlatacak, pek çok film olacak, pek çok filme dönüşecektir.

Aradan on’lu yıllar geçer. Hakikaten de tüm marifetlerini sergilemiştir hayat, iyisiyle kötüsüyle… Kadın, çalışmakta olduğu firmanın Paris ofisinde bir göreve atanmıştır. Bir ilkbahar akşamüzeri, eve dönmeden önce son durağı olan küçük kafeye uğrar ve kapının önündeki tahta masalardan birinde yerini alır yine. Ama bugün, orada daha önce hiç görmediği biri oturmaktadır iki masa ötesinde. Orada hiç görmediği ve fakat daha önce mutlaka gördüğü biri… Beyaz bir gömlek giymiştir Adam.

Kadın kahvesini yudumlar ve bekler. Adamın yeni bir kahve için garsona seslenmek üzere okuduğu kitaptan başını kaldırmasını bekler… Ama Adam, kahvesi bitmeden ve kimseye seslenmesi gerekmeden çevirir başını Kadının olduğu masaya doğru. Kadın çantasından çıkardığı sigarasını dudaklarına doğru götürür. Adam, Kadının sigarasını yakar.

- “Sonunda düşlerin gerçek olmuş” der Kadın, “senin adına sevindim”.
- “Hayır, Paris uzun sürmedi, Londra’da yaşıyorum”.
- “Ben Paris’e yerleştim”.

Gülümserler…

- “Neden ansızın çekip gittin?” der Kadın.
- “Bilmiyorum”.

Bir süre susarlar. Adam sessizliği bozar:

- "Özür dilerim".

Kadın gülümser… Kahvesini içerken dudağını sildiği ve köşesinde kırmızı rujunun izi kalan peçeteye uzanır, çantasından kalemini çıkarır ve birşeyler karalar. Hafifçe eğilerek peçeteyi, Adamın masanın üstündeki kahve fincanını kavramak üzere olan eline tutuşturur, O’nu dudaklarından öper ve masadan kalkarak devasa caddede kalabalığın arasına karışıp gözden kaybolur. Adam, Kadının peçeteyi tutuşturduğu avucunu bir yumruk gibi sıkarken diğer eliyle kahvesine uzanır ve notu okumak için birkaç dakika bekler. Bir sigara daha yakarak hazırlanır ve sonunda avucunun içinde iyice buruşmuş olan peçeteyi yavaşça açmaya başlar: “Bir kez daha gidişini izlememek için…”

Kadın yoluna devam eder… Adamın düşlerinin içindeki şehirde yaşamaya…