Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

5 Nisan 2010

GERÇEKÜSTÜ ALEMDE RUHLA RANDEVU

The Imaginarium of Doctor Parnassus/ Dr. Parnassus


Yön: Terry Gilliam
Oyn: Heath Ledger, Christopher Plummer, Verne Troyer, Tom Waits, Andrew Garfield, Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrell

Uzun zamandır beklediğimiz bir film “The Imaginarium of Doctor Parnassus/ Dr. Parnassus”. Bekleyişimizde iki haklı nedenimiz var. Biri, geçen yıl kaybettiğimiz Heath Ledger’ın rol aldığı son film olması… Diğeri de, basından takip ettiğimiz yazılı ve görsel malzeme üzerinden, yönetmen Terry Gilliam’ın bu filmle ilk dönem çizgisine dönüş yaptığı yolundaki hissiyatımız.


Nihayetinde, merakımız ve bekleyişimizin boşa çıkmadığını söyleyebilirim. Önce yönetmen koltuğundan başlayalım… Gilliam hep bu dünya gerçekliğinin sınırlarını zorlayan ve başka alemler arayan acayip bir sinema adamı olmuştur, ama genç kuşaklar nezdinde en iyi ihtimalle 12 Maymun’la tanınır. 30’larını sürmekte olan ben, bizler ve yine sinemaya meraklı daha büyüklerimiz ise, örneğin Brazil’i İstanbul Film Festivali sayesinde izlemiş ve yönetmenin akıl haritasına daha eskilerden girme şansını yakalamışızdır. Bu anlamda Dr. Parnassus’un, öncelikle Gilliam’la bugüne dek fazla haşır neşir olmayanlar için, onun evrenine daha panoramik bakabilmek adına iyi bir fırsat sunduğunu ve yönetmene taze bir hayran kitlesi kazandıracağını düşünüyorum.

Gilliam külliyatında Jabberwocky (1977), Time Bandits (1981), Brazil (1985), The Adventures of Baron Munchausen/ Baron Munchausen’in Maceraları (1988), The Fisher King/ Balıkçı Kral (1991), 12 Monkeys/ 12 Maymun (1995), Fear and Loathing in Las Vegas/ Las Vegas’da Korku ve Nefret (1998), The Brothers Grimm/ Çılgın Kardeşler (2005) gibi pek çok önemli film var. İşte Dr. Parnassus’da da Gilliam ‘90 öncesi çizgisine yaklaşıyor ve yine görsel olarak çok renkli, oyuncaklı bir düş dünyası yaratıp masalını anlatmaya başlıyor. Senaryoyu Brazil ve Baron Munchausen’deki iş ortağı Charles McKeown ile birlikte kaleme almışlar.


Dr. Parnassus ve gezici tiyatro kumpanyası, panayır yerlerinden süpermarket otoparklarına, buldukları boş köşeleri tutuyor ve bir avuç izleyiciye gösterilerini sergileyerek ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ve oyun, başlangıç parolasını net biçimde veriyor: “Burada, sıradan olanın dışındakiyle karşılaşacağın için, ruhunu hiçbir yere götüremezsin!”. Dr. Parnassus’un aynasından geçenler, hem en büyük hayallerinin gerçek olduğu hem de ruhlarındaki karanlıklarla yüzleştikleri bir fantezinin içinde buluyorlar kendilerini.

Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde “saf sezgi” olarak tanımladığı imaginarium kavramının içini doldurmak öyle kolay iş değil tabii… Yönetmen aynanın ardındaki fantastik dünyada Commedia dell’arte, Budizm, Viktorya dönemi, Alice Harikalar Diyarında, tarot ve modern tüketim toplumundan sunduğu motiflerle adeta insanlığın milyon yıllık belleğinin ve bilinçaltının dökümünü yaparken, şüphesiz hayalgücünün zaferi de sıkı bir alkışı hak ediyor (tabii Gilliam’ın 90’ların ikinci yarısından bu yana birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Nicola Pecorini de!). Ve kişisel olarak, bu dünyada Dali’den derin izler bulduğumu itiraf ediyorum.


Öykünün içindeki trajedi ve ahlaki denklem, bin yaşındaki Parnassus’un (Christopher Plummer) yüzyıllar önce ruhunu şeytana (Tom Waits) satarak ölümsüzlüğe kavuşmuş olması ve bu anlaşmayla biricik kızı Valentina’yı (Lily Cole) 16. yaş gününe geldiğinde, yani şimdi şeytana söz vermiş olması… Bu kaosun içindeki davetsiz yeni misafir ise, bir gece ölümden kurtarıp aralarına aldıkları ancak şeytana karşı verdikleri umutsuz mücadelede kumpanyanın kurtarıcısı olacak gibi görünen, sözde belleğini yitirmiş esrarengiz yabancı, beyazlar içindeki Tony (Heath Ledger). Tabii böyle bir masalda kahramanlık biçtiğiniz karakterlere geçmişlerinde yapılmış ciddi ahlaki hatalar yüklemek, ancak Gilliam gibi bir ustanın cesur ellerinde mümkün. Yönetmen, Dr. Parnassus’ta bir düşgücünü kutsama ve insanlığa hayatın tılsımını hatırlatma denemesine soyunurken, alt metinde de hayattaki seçimler ve seçim yapmanın felsefesini kurcalıyor.


Son olarak, yazının girişinde bu filmi merakla bekleyişimizin nedenleri arasında saydığım, Heath Ledger’in son performansı olması konusuna gelince… Evet, oyuncu erken kaybının gerçeğiyle izleyiciyi bir kez daha sarsıyor ve ardında kendine yakışır bir hatıra bırakıyor. Çekimler sürerken aramızdan ayrılmış olması, canlandırdığı Tony karakterinin farklı katmanlarına tekabül edecek biçimde Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrell’ın yüzleri kullanılarak yönetmen tarafından dahiyane bir çözümle telafi edilmiş ve bu isimlerin varlığı filme ayrı bir renk katmış. Oyunculardan dem vurmuşken, Tom Waits’i şeytan rolünde izlemenin hayranları için büyük keyif olduğunu da hatırlatmak isterim! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)