Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

22 Haziran 2010

İlah desen değil... Aşk desen hiç değil usta!

Ondine/ İlahların Aşkı



Yön: Neil Jordan
Sen: Neil Jordan
Oyn: Colin Farrell, Alicja Bachleda, Alison Barry, Tony Curran, Stephen Rea
Yapım: 2009, İrlanda – ABD, 111 dk.

Neil Jordan’ın yeni filmi Ondine/ İlahların Aşkı vizyonda… Fakat ne yazık ki, beni iyi ya da kötü her defasında şaşırtan, kendisiyle ilgi fikirlerimi bir türlü sabitleyemediğim yönetmenlerden biri Jordan. Yeteneklerine inanıyorum, ancak bazen nasıl bu kadar yüzeyselleşebildiğini anlayamıyorum. Mesleki deformasyon mu, körlük mü desem… İşe başladıktan kısa bir süre sonra, aslında yanlış bir proje üzerinde olduğuna kanaat getirip gerisini savsaklamak mı desem… Ne desem bilemiyorum, çünkü İlahların Aşkı da, sinema kültürü/ vizyonu az gelişmiş, entelektüel birikiminden kuşku duyulacak, amatör bir yönetmenin elinden çıkmış izlenimi yaratıyor insanda. Doğal olarak da, Ağlatan Oyun’u çekmiş bir adamın bu filmde parmağı olduğuna inanmakta güçlük çekiyorsunuz.



Jordan’la ilgili problemlerim, filmografisinden örneklere baktığımda belleğimde hemen tazeleniyor: The Company of Wolves/ Kurtlar Sofrası (1984), Mona Lisa (1986), High Spirits/ Şatonun Ruhları (1988), We’re No Angels/ Biz Melek Değiliz (1989), The Crying Game/ Ağlatan Oyun (1992), Interview with the Wampire/ Vampirle Görüşme (1994), Michael Collins/ Özgürlüğün Bedeli (1996), The Butcher Boy/ Küçük Kasap (1997), In Dreams/ Rüyamda (1999), The End of The Affair/ Zor Tercih (1999), The Good Thief/ Hırsız (2002), Breakfast on Pluto/ Plüto’da Kahvaltı (2005), The Brave One/ İçindeki Yabancı (2007). Arada çok sevdiğim işler de var, oldukça anlamsız bulduklarım da… Ağlatan Oyun daha ilk gençlik yıllarımda kanıma girmiş, sonraki yıllarda yönetmenin peşine düşüşüme neden olmuştur. Fakat gelin görün ki Vampirle Görüşme’den hiç haz etmem… Hırsız’a bayılırım, Zor Tercih’te kendimden geçerim de, İçindeki Yabancı gibi bir filmin varoluş nedenini anlamakta güçlük çekerim…



İşte yine, Jordan’ın bu kez hangi yüzüyle karşılaşacağıma dair endişeler ve fakat diğer yandan da konudan kaynaklı yüksek romantik beklentilerle başladım İlahların Aşkı’nı izlemeye. Çağdaş bir masal olarak tanıtımı yapılan film, İrlandalı yalnız ve mahzun balıkçı Syracuse’un (Colin Farrell), bir gün ağlarına takılan ve büyülü bir yaratık olduğuna inandığı gizemli Ondine (Alicja Bachleda) ile yaşadığı aşkı anlatıyor. Sözde… Evet, çünkü öncelikle bu aşkı asla hissedemiyorsunuz. Masal/ destan gibi benzetmelerle yüceltilen Syracuse – Ondine aşkı balıkçının boşanma hikayesi, böbrek hastası küçük ama bilmiş kızı, eski karı/ eski koca gibi güncel yaşama ilişkin popüler sinema motifleri/ klişeleri arasına yerleştirilmiş.

Yukarıda ilk ağızdan değindiğim sorunlar zaten iyi bir izleyicinin keyfini en baştan kaçırmaya yetiyor… Ama bununla da kalmıyor: Öncelikle ortaya, erkek kahramanın içkici ve serseri geçmişinden gelen Syracuse ve sular kraliçesi manasındaki, Fransızcada da dalga anlamına gelen Ondine gibi son derece gizemli isimler koyup, ardını aynı oranda güçlü oluşturulmuş karakterlerle dolduramıyorsanız… Denizden gelen kadın öyküsü ile mitolojiye göndermeler yapıp, perdedeki çiftin aurasını en piyasa aşk filmlerinde gördüklerimizin ötesine geçiremiyorsanız… Bu iki insanı birbirlerine yaklaştıran bağın gücünü izleyiciye aktarmakta kifayetsiz kalıyorsanız… Ağlatan Oyun’daki olağanüstü aşkı yaşamış izleyicinizin beklentilerini karşılamakta da sınıfta kalıyorsunuz sayın Jordan!



İnanmadan yapılmış hissi veren; öyküsüyle yavan, anlatımıyla/ oyunculuklarıyla sıradan ve yönetmenin filmografisinde skandal sayılabilecek denli başarısız bir iş İlahların Aşkı. Filmden geriye, Christopher Doyle’ın görkemli doğa fotoğraflarından öteye bir şey kalmıyor. Ya da mutsuz ve yalnız balıkçının, uçsuz bucaksız denizlerin ortasındaki sevgisizlikle kuraklaşmış yaşamında, kendi kendine anlattığı bir masal/ çaresizce inanmak istediği bir düşten başka… Babasının “bir zamanlar” diye anlatmaya başladığı öyküye, “o zaman belki de şimdidir” diye yanıt verirken masalların gerçek olmasına duyulan özlemi ifade etse de küçük kızı, film en sade haliyle “Bir şeyi nasıl görmek istersen öyle görürsün” diyor sadece izleyiciye.

Sonuç olarak, izlememekle hiçbir şey kaybetmeyeceğiniz bir film İlahların Aşkı. Ne masal, ne destan, ne aşk… Görünüşte vaat ettiği hiçbir şeyi yerine getiremiyor, tüm duygularımızı tatminsiz bırakıyor. Ve bize de, umutlarımızı Jordan’ın bir sonraki filmine saklamaktan başka seçenek kalmıyor ne yazık ki…
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

14 Haziran 2010

ANTICHRIST/ DECCAL



Yön: Lars Von Trier
Sen: Lars Von Trier
Oyn: Willem Dafoe, Charlotte Gainsbourg, Storm Acheche Sahlstrom
Yapım: 2009, Danimarka – Almanya – İsveç – Fransa – İtalya - Polonya, 108 dk.

Lars Von Trier’nin, özel yaşamındaki bir depresyon döneminin ardından çektiği, kariyerinin en önemli filmi olarak nitelendirdiği ve Andrey Tarkovsky’ye adadığı Antichrist/ Deccal vizyona girdi. Kabul etmek gerekir ki bazı bölümlerdeki müthiş görselliği, yer yer iddialı diyalogları, gerek cinselliğe gerekse şiddete dair çok sert sahneleri, cesur oyunculukları ve kurcaladığı konular/ sorduğu sorular ile sarsıcı bir film Deccal. Ancak bıraktığı izlenim ve etki de, ne yazık ki kendi tematik içeriği ve imgeleri gibi çelişkilerle dolu…



Dogma 95’in kurucularından Lars Von Trier’in kariyerinde Epidemic/ Salgın (1987), Europa/ Avrupa (1991), Breaking the Waves/ Dalgaları Aşmak (1996), The Idiots/ Gerizekalılar (1998), Dancer in the Dark/ Karanlıkta Dans (2000), Dogville (2003), Manderlay (2005) gibi pek çok önemli film var… Sinemayı ciddiye alan ve her defasında o güne kadar yaptıklarına meydan okuma motivasyonuyla kamera arkasına geçen Trier hiç kuşkunuz olmasın ki Deccal ile yine sıra dışı, yine şaşırtıcı bir iş sunuyor bizlere. Ancak içindeki tüm entelektüel çabaya ve emeğe karşın, örneğin Dalgaları Aşmak kadar kalbimize işleyen bir film bırakmıyor geride…

Deccal, Handel’in bir aryası eşliğinde, bugüne dek çevrilmiş en estetik sevişme sahnelerinden biriyle açılış yapıyor. Ancak Charlotte Gainsbourg – Willem Dafoe çifti, hazzın bedelini, kendilerinden geçtikleri o anda camdan düşen küçük oğullarının ölümüyle ödüyorlar… Film, işte bu travmayla tetiklenen ve karı koca arasında başlayan bir ilişki sorgulama süreci, yas dönemi ve bu dönemde yaşanan terapi/ psikolojik tahlil evreleri üzerine kurulu. Trier öyküsünü yine episodlar halinde kurgulamış: Yas başlıklı ilk episodda kadının korkularıyla yüzleşmesi, Acı (Kaos Hükümdarlığı) başlıklı ikinci episodda bu korkuların karşılığının “şeytanın kilisesi” olarak tanımlanan doğada bulunması, Umutsuzluk (Kadın Katliamı) başlıklı üçüncü episodda doğanın aslında insanoğlunun da doğası olduğu, dolayısıyla asıl korkutucu/ kötücül olanın insan ve tabii kadın olduğu, Üç Dilenci (Acı – Umutsuzluk – Yas) başlıklı dördüncü episodda ise bu kötülüğün temelinde kadın cinselliğinin yattığı anlatılıyor.



Başlangıçta da değindiğim gibi, filmle ilgili hislerim son derece çelişkili… Öncelikle, karı koca ilişkilerinin sorgulama sürecinin çocuk kaybı travmasıyla başlatılmasını fazla klişe bulduğumu söylemeliyim. Fakat diğer yandan, kadınlarla uğraşmaktan bir türlü vazgeçmeyen Trier’nin, kendini suçlama-cezalandırma ritüelini vicdani temsilin en tepe noktası olabilecek “anne” bünyesine yerleştirmesi, olaydaki neden – sonuç ilişkilerinin rasyonel altyapısını kotarmaktaki ustalığı ve anne/ kadının bilinçaltı süreçlerinin hangi dış uyarıcılarla oluştuğuna dair ilişkilerin kurulmasındaki imge kullanımı karşısında hayranlığımı ifade edecek söz bulamıyorum.

Kadın, oğlunu bir orgazm anında kaybedişi nedeniyle kötücül olanı tamamen kendi doğasıyla özleştiriyor ve kendi cinselliğini cezalandırıyor. Öte yandan, karakterin geçmiş dönemlerde hazırladığı akademik bir araştırmada, cadılık ve tarihteki toplu kadın katliamları üzerinde çalışmış olması da bilinçaltı süreçlerin tahlilinde kullanılan destek öğeler arasına ustalıkla yerleştirilmiş. Zira kadın, kocasıyla birlikte geçireceği yas dönemi için, zamanında çok sevdiği ve araştırmasını yazmak üzere çekildiği Eden ormanlarını seçiyor yine… Fakat eskiden çeşit çeşit meyveleriyle bin bir tatlar sunan Eden ormanları, artık sadece korkutucu ve kötü duygular yaratıyor. Tıpkı cinselliğin artık sadece acıyı çağrıştırması gibi…



Tabii ki Trier’nin kurguladığı bu tabloya alkış tutmamak mümkün değil… Ancak Deccal, bunca zoraki kurgulanmış bir realitenin içinde doğallık hissini muhafaza etmeyi başaramıyor. Dolayısıyla büyük saygı uyandırsa da, Dalgaları Aşmak misali su gibi içimize akamıyor. Diğer yandan, yukarıda en sade haliyle aktarmaya çalışmış olsam da, aslında filmdeki episodlar ayrımları ve içerikleri bakımından yeterince anlamlı değil. Ve biraz daha detaya inersek, terapi sürecindeki psikoljik tahlillerin de fazlaca popüler kültüre ait durduklarını ve filmin taşıdığı iddiaya oranla basit kaldıklarını söyleyebilirim. İşte bahsettiğim nedenlerledir ki, olayların yaşandığı ormandaki atmosfer ve ıssızlık ritmiyle Tarkovsky’ye göndermeler yapsa da, ne yazık ki derinliği ve meditasyon süreci açısından da usta yönetmenin çok gerisinde kalıyor Trier.

Sinema çevreleri Deccal’in feminist mi yoksa kadın düşmanı bir alt metin mi taşıdığına dair iki farklı görüşte toplanmış durumda. Bana göre Trier’in açık hedefi, kadın cinselliğinin yüzyıllar içinde teolojiye dayalı şeytani argümanlarla bastırılışına karşı bir eleştiri getirmek… Ve son olarak, filmdeki rolüyle geçen yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer bulunan Charlotte Gainsbourg’un bu hedefe giden yolda en büyük katkıya sahip olduğunu ve tarihe geçecek bir performans sergilediğini özellikle belirtmek istiyorum.
(www.tersninja.com’da yayınlanmıştır).

7 Haziran 2010

Gavras'a saygılarımız, Scamarcio'ya alkışlarımızla

Eden a l’Ouest/ Eden is West/ Cennet Batıda



Yön: Costa Gavras
Sen: Costa Gavras, Jean-Claude Grumberg
Oyn: Riccardo Scamarcio, Odysseas Papaspiliopoulos, Léa Wiazemsky, Tess Spentzos
Yapım: 2009, Fransa – Yunanistan - İtalya, 110 dk.

Çocukluğumun geçtiği Kızıltoprak’ta efsane bir Kent Sineması vardı zamanında… İlk başlarda burada Pazar sabahları gösterilen animasyonlara götürürdü annem beni. Sonra ilkokulla birlikte yavaş yavaş ciddi filmler de girdi hayatıma. Ve işte o dönemde izlediğim filmler sayesinde başladı hem Kent Sineması’na, hem de sinema salonlarının tuhaf kokusuna ve sessizliğine duyduğum aşk. Bu filmlerden biri de, 7 yaşındayken izlediğim, bana önce çok karanlık ve ağır gelen, ancak sinemadan çıktığımda ortada mühim bir şeylerin döndüğüne kanaat getirmemi sağlayan, Jack Lemmon’ın oynadığı Kayıp idi. Hep komik halleriyle görmeye alıştığım tatlı adam, bu kez kaybolan oğlunun peşine düşmüş acılı bir babayı canlandırıyordu. Sonraki yıllarda öğrendim ki filmin orijinal adı Missing, yönetmeni de Costa Gavras’mış. Tamam dedim, önce insan sonra sinemacı kontenjanından kayda alınması gereken önemli bir adam, kendisini izlemeye devam edelim.



Saygınlığı ve üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmeden yıllara meydan okuyan, 80’lerine yaklaşmasına rağmen hala iddialı işler yapan değerli Costa Gavras son filmi Eden a l’Ouest/ Eden is West/ Cennet Batıda ile yeniden bizlerle… Siyasal sinemanın yaşayan usta yönetmenlerinden Gavras’ın sinemasında neler yok ki…: Yunanistan adı verilmeden faşist çetelerle devlet arasındaki gizli ilişkileri gözler önüne seren Yves Montand’lı ve En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödüllü Z/ ÖlümsüZ (1969), askeri dikta altındaki bir Güney Amerika ülkesini anlatan ve başrole yine Yves Montand’ı koyan L’Aveu/ Kuşatma (1970), Pinochet yönetimindeki Şili’de gözaltında kaybolan bir gazetecinin öyküsünü anlatan Missing/ Kayıp (1982), geçmişte Nazilerle işbirliği yapmakla suçlanan bir babanın yaşadıklarını konu alan Music Box/ Müzik Kutusu (1989), Katolik kilisesinin Nazi kıyımı karşısındaki pasif tutumunu eleştiren ve benim de en sevdiğim Gavras filmlerinden olan, özellikle Matthew Kassovitz’in oyunculuğuyla hatıralarımızda son derece naif kareler bırakan Amen (2002), Fransa'da yaşanan işsizlik sorununa değinen Le Couperet/ The Ax/ Ölümcül Çözüm (2005) gibi…



Gavras yeni filminde de, ismi açıklanmayan bir ülkeden kaçarak mutluluk ve refah dolu yeni bir hayat kurmak hayaliyle Avrupa’ya doğru yol alan yasadışı bir göçmenin öyküsünü anlatıyor. Polis kontrolünden kurtulmak için gemiden atlayan göçmen Elias (Riccardo Scamarcio), kendini Fransa sahillerindeki Cennet adlı tatil köyünde buluyor. Gözümüzle görmesek de Elias’ın ardında bıraktığını tahmin ettiğimiz yokluk ve sefaletin antitezi olarak planlanmış Cennet’te başlayan yolculuk, nihai hedef olan büyük kent Paris’e kadar sürüyor. Çevresindekilerle iletişim kurabileceği hiçbir dil konuşamayan Elias, yolculuğu boyunca çeşit çeşit insanla ve Avrupa’nın farklı yüzleri/ gerçekleriyle tanışıyor. Başka bir gezegenden dünyaya düşmüş kadar şaşkın ve saf Elias karakterinin beyazperdede vücuda gelen doğallığı, izleyiciye bu yolculuğu birinci elden yaşatıyor adeta; tüm heyecanları, tehlikeleri, korkuları ve umutlarıyla… Ve film, göçmen sorununu sadece nedenleri ya da vatan topraklarından kopma/ yurtsuzlaşma boyutuyla değil, madalyonun diğer yüzünü çevirerek bu çaresiz insanların yeni yaşamlarında maruz kaldıkları modern kast ve kölelik sistemine getirdiği eleştiriyle de masaya yatırıyor.



Bence müthiş bir film… Ustanın, konuyu işlemek üzere seçtiği yolda ve kurduğu öyküdeki yaratıcılığı tartışılmaz. Filmin en başarılı noktalarından biri de mizah – dram dengesi ve geçişleri. Dolayısıyla izleyici üzerinde hedeflenen duygu ve düşünce hareketliliği en doğru kanaldan ve ölçüsünde gerçekleşiyor. Cennet Batıda’nın bana İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının tadını yaşattığını söyleyebilirim. Oyuncu olarak Riccardo Scamarcio’yu tanımayan birini, Elias’ın halktan bir adam olduğuna rahatlıkla ikna edebilirsiniz. Kısa bir süre önce Ferzan Özpetek’in Mine Vaganti/ Serseri Mayınlar’ında izlediğim ve her performansında biraz daha hayran olduğum Scamarcio bazı yabancı eleştirmenler tarafından yeni Al Pacino olarak nitelendirilmiş.

Özetle… Elias’ın büyük umutlarla çıktığı Avrupa yolculuğu büyük bir hayal kırıklığıyla son bulurken, Avrupa rüyası da tamamen karanlığa gömülüyor… Ve bize de, Gavras’ın olayı irdelemek için seçtiği konu/ yöntemdeki yaratıcılığına ve ironik anlatımına alkış tutmak düşüyor. Çok yaşa ihtiyar delikanlı! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)