tag:blogger.com,1999:blog-39324787711771440632024-03-05T10:42:19.749+03:00Fecir Mucizeler Ülkesinde.Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comBlogger37125tag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-66259968529000689412010-07-05T10:08:00.006+03:002010-07-05T10:14:10.880+03:00YUVALARIN VE AŞKLARIN SONSUZ HALLERİLe Refuge/ Hideaway/ Yuva<br /> <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiHqC6MEh2GWpzHnR3DDa52NxkSc715mDtFn_4G70uuJPDTg2DdjP0nddPIV3zL6tLNEnGUXfEYPMGZd7jFIxbcRjGlMlX0bB47j9GHlqcGtYqWq1Q2pe5fdOFSUyAy4ynL3adkPSFdK0RK/s1600/0.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 300px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiHqC6MEh2GWpzHnR3DDa52NxkSc715mDtFn_4G70uuJPDTg2DdjP0nddPIV3zL6tLNEnGUXfEYPMGZd7jFIxbcRjGlMlX0bB47j9GHlqcGtYqWq1Q2pe5fdOFSUyAy4ynL3adkPSFdK0RK/s400/0.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5490316302065010226" /></a><br /><br />Yön: François Ozon<br />Sen: Mathieu Hippeau, François Ozon<br />Oyn: Isabelle Carre, Louis-Ronan Choisy, Pierre Louis-Calixte, Melvil Poupaud<br />Yapım: 2009, Fransa, 88 dk.<br /> <br />“Bu hafta Le Refuge diye bir film giriyor vizyona... Lütfen kaçırmayın! Kendinizi mutlu etmek, iyi şeyler hissetmek, tadı damağınızda kalacak 1-2 saat geçirmek, kendinizi ödüllendirmek, bambaşka gerçeklere dalıp çıkmak, heyecanlanmak, düşünmek, anlamak vs için... Hayat için... Başınıza gelebilecek mutlak bir iyilik olarak lütfen izleyin!” sözleriyle çağrıda bulunmuştum geçenlerde facebooktaki sayfamdan dostlarıma, arkadaşlarıma… Tersninja’daki yazılarıma benzer girişler yaptığımda çok sevdiğim gazeteci yazar dostum Cumhur Canbazoğlu tarafından öznel olmak ve fazla duygusal bir üslup kullanmakla eleştiriliyor olsam da, bu etkide bir film bulduğum zaman ne yazık ki coşkumu gizlemekte güçlük çekiyorum. <br /><br />İşte Le Refuge/ Hideaway/ Yuva da benim özel filmlerimden artık. Bir François Ozon yapıtı. Fransız sinemasının kendine has büyüsüne duyduğum tutku, yönetmenin kişisel becerileriyle de pekişince genelde tadına doyulmaz işler çıkıyor ortaya. Ozon, birbirinden farklı işler yapsa da genelde her filmini sevdiğim ve çağdaş sinemanın insan çözümlemesi/ psikolojik tahlil konularında en başarılı bulduğum yönetmenlerinden biri. Özellikle 2000’lerde çektiği pek çok filmle, belleklerimizde de varlığı her daim aktif: Her daim gündemimizde Sous la Sable/ Under the Sand/ Kumun Altında (2000), 8 Femmes/ 8 Women/ 8 Kadın (2002), Swimming Pool/ Havuz (2003) Cinq Fois Deux/ Five Times Two/ 5 x 2 (2004), Le Temps Qui Reste/ Time to Leave/ Veda Vakti (2005) ve Ricky (2009).<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVpIM-Gxb5bWppkX9KLnfuGseL-lOYL0BK84DNDHMyZz7XAWM_xVGgq46Bz_zHbHll-N2Hoh0VPP7VR7Y0kdtbQktL6JPG6EqgbZPb0cbdFLEFvnQOIacPTf0AnGmS3Dtq-Iix2hICXpt4/s1600/0.5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVpIM-Gxb5bWppkX9KLnfuGseL-lOYL0BK84DNDHMyZz7XAWM_xVGgq46Bz_zHbHll-N2Hoh0VPP7VR7Y0kdtbQktL6JPG6EqgbZPb0cbdFLEFvnQOIacPTf0AnGmS3Dtq-Iix2hICXpt4/s400/0.5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5490316406040949890" /></a><br /><br />Ve gelelim Ozon’un 2009’daki ikinci çalışması Yuva’ya… Öncelikle filmin bendeki duygusunu sizde de canlandırabilmek adına bazı benzetmelere başvuracağım… Mesela Ken Loach’tan Ae Fond Kiss/ Duygudan da Öte veya Tom Tykwer’dan The Princess and the Warrior/ Prenses ve Şövalye, Julio Médem’den Los Amantes Del Circulo Polar/ Kutup Çizgisi Aşıkları ya da Ang Lee’den Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam gibi… Arşivimde her zaman durup, içimi ısıtacak bir şeyleri özlediğimde tekrar tekrar izleyeceğim ve içinde hayata dair yeni umutlar bulabileceğim türden bir film Yuva. Çünkü mutlu olmak için ya da yaşamak için tek bir yöntem ya da biçim veya mutlak doğru olmadığını bağır bağıra söylüyor. Aslında beğenmediğimiz Sex and The City’nin ikinci bölüm finalinde de basitçe anlatıldığı gibi, gelenekleri ya da öğretilmiş yaşam biçimlerini bizi mutlu edecek şekilde kendi kişisel değer/ beklenti ve motivasyonlarımız doğrultusunda yorumlayabiliriz. Ve bu hayatta, yangın yerinde mutlu olabilmenin, daha doğrusu savaşmayı bırakıp huzur bulabilmenin tek yolu belki de bu kapıları açmaktan geçer…<br /><br />Yuva, ilk önce aşık çift Mousse (Isabelle Carre) ve Louis (Melvil Poupaud) ile tanıştırıyor bizi. Paris’te boş bir apartman dairesinde sevişerek, müzik yaparak ve eroinle kendilerinden geçerek yaşıyorlar. Fakat ne yazık ki sonunda Louis aşırı doz kurbanı oluyor ve geride kalan Mousse ise yitirdiği sevgilisinin bebeğini taşıdığını öğreniyor çok geçmeden. Cenaze töreninin ardından, Louis’in ailesinin bu hamileliğe son verilmesini istediğini ve Mousse’un hiç yorum yapmadan/ karşı çıkmadan mekanı terk ettiğini görüyoruz. Onunla ikinci karşılaşmamız ise Fransa’nın bir sahil kasabasında, ağaçların arasındaki küçük müstakil evde gerçekleşiyor... Mousse’la ve artık doğuma çok yaklaştığını anlatan, biçim değiştirmiş bedeniyle. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEinF6IoJI0mvIm6IAXNPF8hDP40iSTyZqQMdziX3SNUTtoYy8W11_wv7zXX8WY3XocS6vTEDGdpcm2i03EZXI3E2HnEaC2wyzQZk_hPzNjUUJGPFfqSHbomNxzrVsGpl-28Nz1kzEh37xs3/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEinF6IoJI0mvIm6IAXNPF8hDP40iSTyZqQMdziX3SNUTtoYy8W11_wv7zXX8WY3XocS6vTEDGdpcm2i03EZXI3E2HnEaC2wyzQZk_hPzNjUUJGPFfqSHbomNxzrVsGpl-28Nz1kzEh37xs3/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5490316641234608930" /></a><br /><br />Tabii ki değişen sadece bedeni değil Mousse’un… Filmin ilk karelerinde uç, sıradışı, bağımlı, zevk içinde uyuyan, hayattan kopuk bir karakter olarak gördüğümüz marijinal gençkız sevdiği adamı yitirişinin ardından kederi ve özlemi yaşayan, dünyaya bir canlı getirmenin sorumluluğunu tek başına almış olma fikriyle hem güçlenmiş ve hem de artık hayatta ayakta kalabilme kaygısının bilinciyle yaşayan, bir yandan kaderin bu cilvesine karşı içten içe öfke duyan ama bir yandan da boyun eğmişliğin izlerini taşıyan, yeni gerçeğini ve yeni benliğini tanımaya ve anlamaya çalışan bir kadın olarak karşımıza çıkıyor bu kez. Tüm jestleri, mimikleri, ritmi ve kalp atışlarıyla, alabildiğine gerçek halde… <br /><br />İşte bu tablonun içine aniden, beklenmedik bir figür düşüyor… Ölen sevgilinin erkek kardeşi Paul (Louis-Ronan Choisy)… Tıpkı şahane çizilmiş Mousse profili gibi, Paul de tüm naifliğiyle, içinde bulunulan durumun dinamikleriyle baş edebilecek yetide kurgulanmış son derece başarılı bir karakter. Mousse’un hayatla, korkularıyla, bedenindeki değişimlerin, arzularının ve umutsuzluklarının sıkıntısıyla verdiği savaşta adeta bir kurtarıcı, bir mucize… Her şey o kadar anlamlı ve değerli görünüyor ki, izleyici olarak bu noktada bir aşkın filizlenmesini beklemekten alıkoyamıyoruz kendimizi… Ancak film sürprizlerini sürdürüyor ve Paul’ün tercihlerinin hemcinslerinden yana olduğunu öğreniyoruz. <br /><br />O halde aşkı geçelim… Ve zaten her şey aşk mı ki? İki insanın birbirlerine neler verebileceğini, neler hissedebileceğini, hangi motivasyonlarla birbirleri için büyük bir tutkuya dönüşebileceklerini müthiş bir alternatif modelle sunuyor izleyiciye film. Ve insana dair sorgulamalarını, anneliğin de alternatif modelleri/ yaşamın da alternatif mutluluk biçimleri olabileceği mesajıyla sürdürüyor. <br /><br />Cinsiyetten bağımsız olarak, hayatın çok daha derinliklerinde başka ortaklıklarla nasıl büyük bağlar kurulabileceğini bu denli güçlü biçimde anlatabilecek az yönetmen tanıdığımı iddia edebilirim. Ozon iyi ki var, iyi ki insanla uğraşıyor ve iyi ki bu uğraşta tüm önyargılardan sıyrılmış büyük bir cesaretle yoluna devam ediyor. En büyük sırrı da, bence asıl kendi içinde taşıdığı insan sevgisi... Aksi takdirde Mousse ile Paul’ün arasına o olağanüstü sevgiyi yerleştiremez ve bu tek başına kadının yaşam gerçeğini bir yuvaya dönüştüremezdi. Beni büyüleyen bu filmi şiddetle ve şiddetle tavsiye ediyorum!<br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-33530748017274225932010-06-22T10:17:00.006+03:002010-06-22T10:29:49.827+03:00İlah desen değil... Aşk desen hiç değil usta!Ondine/ İlahların Aşkı<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFiQQNrrZPLqWKXtsWpmh3H40Qa7ZpQBTxu5yz6jbTEEHwaytWdMmH8t6tOXD4_wkPD4759OlZk-BCnISixIq9OMpV5qQaWr1-ddUzRkQhsVAR-B7VTnj6EkRunuDDXQzX4s6ujbaKUTbB/s1600/0.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 270px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjFiQQNrrZPLqWKXtsWpmh3H40Qa7ZpQBTxu5yz6jbTEEHwaytWdMmH8t6tOXD4_wkPD4759OlZk-BCnISixIq9OMpV5qQaWr1-ddUzRkQhsVAR-B7VTnj6EkRunuDDXQzX4s6ujbaKUTbB/s400/0.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5485494334030045506" /></a><br /><br />Yön: Neil Jordan<br />Sen: Neil Jordan<br />Oyn: Colin Farrell, Alicja Bachleda, Alison Barry, Tony Curran, Stephen Rea<br />Yapım: 2009, İrlanda – ABD, 111 dk.<br /><br />Neil Jordan’ın yeni filmi Ondine/ İlahların Aşkı vizyonda… Fakat ne yazık ki, beni iyi ya da kötü her defasında şaşırtan, kendisiyle ilgi fikirlerimi bir türlü sabitleyemediğim yönetmenlerden biri Jordan. Yeteneklerine inanıyorum, ancak bazen nasıl bu kadar yüzeyselleşebildiğini anlayamıyorum. Mesleki deformasyon mu, körlük mü desem… İşe başladıktan kısa bir süre sonra, aslında yanlış bir proje üzerinde olduğuna kanaat getirip gerisini savsaklamak mı desem… Ne desem bilemiyorum, çünkü İlahların Aşkı da, sinema kültürü/ vizyonu az gelişmiş, entelektüel birikiminden kuşku duyulacak, amatör bir yönetmenin elinden çıkmış izlenimi yaratıyor insanda. Doğal olarak da, Ağlatan Oyun’u çekmiş bir adamın bu filmde parmağı olduğuna inanmakta güçlük çekiyorsunuz.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVFRGAfLLE497jY-sL2gYd3Abm6r0A9MfOoPXWh8Wq_d722pYp2jcMWXps7gaXDS-0cOHSayHFyc30aSu91XgXLxOHRahS4g9-QcF9xskxnXTMcynplpf1W5320-nIanl8lfrEAmOQOoQ_/s1600/0.5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiVFRGAfLLE497jY-sL2gYd3Abm6r0A9MfOoPXWh8Wq_d722pYp2jcMWXps7gaXDS-0cOHSayHFyc30aSu91XgXLxOHRahS4g9-QcF9xskxnXTMcynplpf1W5320-nIanl8lfrEAmOQOoQ_/s400/0.5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5485495316609884914" /></a><br /><br />Jordan’la ilgili problemlerim, filmografisinden örneklere baktığımda belleğimde hemen tazeleniyor: The Company of Wolves/ Kurtlar Sofrası (1984), Mona Lisa (1986), High Spirits/ Şatonun Ruhları (1988), We’re No Angels/ Biz Melek Değiliz (1989), The Crying Game/ Ağlatan Oyun (1992), Interview with the Wampire/ Vampirle Görüşme (1994), Michael Collins/ Özgürlüğün Bedeli (1996), The Butcher Boy/ Küçük Kasap (1997), In Dreams/ Rüyamda (1999), The End of The Affair/ Zor Tercih (1999), The Good Thief/ Hırsız (2002), Breakfast on Pluto/ Plüto’da Kahvaltı (2005), The Brave One/ İçindeki Yabancı (2007). Arada çok sevdiğim işler de var, oldukça anlamsız bulduklarım da… Ağlatan Oyun daha ilk gençlik yıllarımda kanıma girmiş, sonraki yıllarda yönetmenin peşine düşüşüme neden olmuştur. Fakat gelin görün ki Vampirle Görüşme’den hiç haz etmem… Hırsız’a bayılırım, Zor Tercih’te kendimden geçerim de, İçindeki Yabancı gibi bir filmin varoluş nedenini anlamakta güçlük çekerim… <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_boi6deNHoRjspAeMCrTofIC5TJn9xrf-EVgYA0QF9KpQ8PoASXLw0tH81Duc3ukxBSxY3thu3doN0MNQSvSoNMVW9shxwJYJIpFGAZjpGyuyj45zJauNKWzhWdxqOStLhcuNMPCXH3f0/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg_boi6deNHoRjspAeMCrTofIC5TJn9xrf-EVgYA0QF9KpQ8PoASXLw0tH81Duc3ukxBSxY3thu3doN0MNQSvSoNMVW9shxwJYJIpFGAZjpGyuyj45zJauNKWzhWdxqOStLhcuNMPCXH3f0/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5485496121696905138" /></a><br /><br />İşte yine, Jordan’ın bu kez hangi yüzüyle karşılaşacağıma dair endişeler ve fakat diğer yandan da konudan kaynaklı yüksek romantik beklentilerle başladım İlahların Aşkı’nı izlemeye. Çağdaş bir masal olarak tanıtımı yapılan film, İrlandalı yalnız ve mahzun balıkçı Syracuse’un (Colin Farrell), bir gün ağlarına takılan ve büyülü bir yaratık olduğuna inandığı gizemli Ondine (Alicja Bachleda) ile yaşadığı aşkı anlatıyor. Sözde… Evet, çünkü öncelikle bu aşkı asla hissedemiyorsunuz. Masal/ destan gibi benzetmelerle yüceltilen Syracuse – Ondine aşkı balıkçının boşanma hikayesi, böbrek hastası küçük ama bilmiş kızı, eski karı/ eski koca gibi güncel yaşama ilişkin popüler sinema motifleri/ klişeleri arasına yerleştirilmiş. <br /><br />Yukarıda ilk ağızdan değindiğim sorunlar zaten iyi bir izleyicinin keyfini en baştan kaçırmaya yetiyor… Ama bununla da kalmıyor: Öncelikle ortaya, erkek kahramanın içkici ve serseri geçmişinden gelen Syracuse ve sular kraliçesi manasındaki, Fransızcada da dalga anlamına gelen Ondine gibi son derece gizemli isimler koyup, ardını aynı oranda güçlü oluşturulmuş karakterlerle dolduramıyorsanız… Denizden gelen kadın öyküsü ile mitolojiye göndermeler yapıp, perdedeki çiftin aurasını en piyasa aşk filmlerinde gördüklerimizin ötesine geçiremiyorsanız… Bu iki insanı birbirlerine yaklaştıran bağın gücünü izleyiciye aktarmakta kifayetsiz kalıyorsanız… Ağlatan Oyun’daki olağanüstü aşkı yaşamış izleyicinizin beklentilerini karşılamakta da sınıfta kalıyorsunuz sayın Jordan!<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmy53_t15TJ2s3-ia33jsozAXId__AWGWXHgRqqYkXo9YxftvOqIQQFYmn3ooJ1PAkWjas8lCefsuyz3MKYqv5UIp80TL0VW7QPZ8dLQ8curcF5mPLG1GjH-k8w3zMq-gz_FLOSy9jf26l/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 214px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjmy53_t15TJ2s3-ia33jsozAXId__AWGWXHgRqqYkXo9YxftvOqIQQFYmn3ooJ1PAkWjas8lCefsuyz3MKYqv5UIp80TL0VW7QPZ8dLQ8curcF5mPLG1GjH-k8w3zMq-gz_FLOSy9jf26l/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5485496424058694562" /></a><br /><br />İnanmadan yapılmış hissi veren; öyküsüyle yavan, anlatımıyla/ oyunculuklarıyla sıradan ve yönetmenin filmografisinde skandal sayılabilecek denli başarısız bir iş İlahların Aşkı. Filmden geriye, Christopher Doyle’ın görkemli doğa fotoğraflarından öteye bir şey kalmıyor. Ya da mutsuz ve yalnız balıkçının, uçsuz bucaksız denizlerin ortasındaki sevgisizlikle kuraklaşmış yaşamında, kendi kendine anlattığı bir masal/ çaresizce inanmak istediği bir düşten başka… Babasının “bir zamanlar” diye anlatmaya başladığı öyküye, “o zaman belki de şimdidir” diye yanıt verirken masalların gerçek olmasına duyulan özlemi ifade etse de küçük kızı, film en sade haliyle “Bir şeyi nasıl görmek istersen öyle görürsün” diyor sadece izleyiciye.<br /><br />Sonuç olarak, izlememekle hiçbir şey kaybetmeyeceğiniz bir film İlahların Aşkı. Ne masal, ne destan, ne aşk… Görünüşte vaat ettiği hiçbir şeyi yerine getiremiyor, tüm duygularımızı tatminsiz bırakıyor. Ve bize de, umutlarımızı Jordan’ın bir sonraki filmine saklamaktan başka seçenek kalmıyor ne yazık ki… <br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-6569362565855189892010-06-14T11:22:00.008+03:002010-06-14T11:34:45.047+03:00ANTICHRIST/ DECCAL<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiiRVpkfNlYqQZilPtGUuPKKKNG-QrzZ7r2Eovv9_OIxrjOd2IPgr3sLHoFzmJup__uHrPjytfS3Dbn70ATPjFVvIk0Qyba7GhWSl8ozsFg_UxyqPMDoJJz9NXIvvIL9EiOhkwCNTDp4UwH/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 292px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiiRVpkfNlYqQZilPtGUuPKKKNG-QrzZ7r2Eovv9_OIxrjOd2IPgr3sLHoFzmJup__uHrPjytfS3Dbn70ATPjFVvIk0Qyba7GhWSl8ozsFg_UxyqPMDoJJz9NXIvvIL9EiOhkwCNTDp4UwH/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5482542180900533538" /></a><br /> <br />Yön: Lars Von Trier<br />Sen: Lars Von Trier<br />Oyn: Willem Dafoe, Charlotte Gainsbourg, Storm Acheche Sahlstrom <br />Yapım: 2009, Danimarka – Almanya – İsveç – Fransa – İtalya - Polonya, 108 dk.<br /> <br />Lars Von Trier’nin, özel yaşamındaki bir depresyon döneminin ardından çektiği, kariyerinin en önemli filmi olarak nitelendirdiği ve Andrey Tarkovsky’ye adadığı Antichrist/ Deccal vizyona girdi. Kabul etmek gerekir ki bazı bölümlerdeki müthiş görselliği, yer yer iddialı diyalogları, gerek cinselliğe gerekse şiddete dair çok sert sahneleri, cesur oyunculukları ve kurcaladığı konular/ sorduğu sorular ile sarsıcı bir film Deccal. Ancak bıraktığı izlenim ve etki de, ne yazık ki kendi tematik içeriği ve imgeleri gibi çelişkilerle dolu…<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimnfP3itpTnRdyw5RE4B66mUZxqEuLMO1naLthyFG9FeJU6WBhwd7BQpLGN_5s-ssl02iFoz_4WbkdifqWOzvlqWRIijFOLgsOcfT1H8j807s_yFW7kTqkQxjGmgbrBIBr0e-9ywcOgAcW/s1600/1.5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEimnfP3itpTnRdyw5RE4B66mUZxqEuLMO1naLthyFG9FeJU6WBhwd7BQpLGN_5s-ssl02iFoz_4WbkdifqWOzvlqWRIijFOLgsOcfT1H8j807s_yFW7kTqkQxjGmgbrBIBr0e-9ywcOgAcW/s400/1.5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5482542468988796354" /></a><br /><br />Dogma 95’in kurucularından Lars Von Trier’in kariyerinde Epidemic/ Salgın (1987), Europa/ Avrupa (1991), Breaking the Waves/ Dalgaları Aşmak (1996), The Idiots/ Gerizekalılar (1998), Dancer in the Dark/ Karanlıkta Dans (2000), Dogville (2003), Manderlay (2005) gibi pek çok önemli film var… Sinemayı ciddiye alan ve her defasında o güne kadar yaptıklarına meydan okuma motivasyonuyla kamera arkasına geçen Trier hiç kuşkunuz olmasın ki Deccal ile yine sıra dışı, yine şaşırtıcı bir iş sunuyor bizlere. Ancak içindeki tüm entelektüel çabaya ve emeğe karşın, örneğin Dalgaları Aşmak kadar kalbimize işleyen bir film bırakmıyor geride…<br /><br />Deccal, Handel’in bir aryası eşliğinde, bugüne dek çevrilmiş en estetik sevişme sahnelerinden biriyle açılış yapıyor. Ancak Charlotte Gainsbourg – Willem Dafoe çifti, hazzın bedelini, kendilerinden geçtikleri o anda camdan düşen küçük oğullarının ölümüyle ödüyorlar… Film, işte bu travmayla tetiklenen ve karı koca arasında başlayan bir ilişki sorgulama süreci, yas dönemi ve bu dönemde yaşanan terapi/ psikolojik tahlil evreleri üzerine kurulu. Trier öyküsünü yine episodlar halinde kurgulamış: Yas başlıklı ilk episodda kadının korkularıyla yüzleşmesi, Acı (Kaos Hükümdarlığı) başlıklı ikinci episodda bu korkuların karşılığının “şeytanın kilisesi” olarak tanımlanan doğada bulunması, Umutsuzluk (Kadın Katliamı) başlıklı üçüncü episodda doğanın aslında insanoğlunun da doğası olduğu, dolayısıyla asıl korkutucu/ kötücül olanın insan ve tabii kadın olduğu, Üç Dilenci (Acı – Umutsuzluk – Yas) başlıklı dördüncü episodda ise bu kötülüğün temelinde kadın cinselliğinin yattığı anlatılıyor.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiXAfZBzaP5QoR9F_GB1J3FAVFG7NwDObJ8g9epK_c8zySGNLJ5gSe9Hvdzy7MF5o-gcTIakyPQBKSd3TEB3LM4YzTzvWPC1g44e2DXeLvijUdavIBx0sVHUrOR-0FFkWN6sKPmspgeIuDw/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 296px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiXAfZBzaP5QoR9F_GB1J3FAVFG7NwDObJ8g9epK_c8zySGNLJ5gSe9Hvdzy7MF5o-gcTIakyPQBKSd3TEB3LM4YzTzvWPC1g44e2DXeLvijUdavIBx0sVHUrOR-0FFkWN6sKPmspgeIuDw/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5482542679236419666" /></a><br /><br />Başlangıçta da değindiğim gibi, filmle ilgili hislerim son derece çelişkili… Öncelikle, karı koca ilişkilerinin sorgulama sürecinin çocuk kaybı travmasıyla başlatılmasını fazla klişe bulduğumu söylemeliyim. Fakat diğer yandan, kadınlarla uğraşmaktan bir türlü vazgeçmeyen Trier’nin, kendini suçlama-cezalandırma ritüelini vicdani temsilin en tepe noktası olabilecek “anne” bünyesine yerleştirmesi, olaydaki neden – sonuç ilişkilerinin rasyonel altyapısını kotarmaktaki ustalığı ve anne/ kadının bilinçaltı süreçlerinin hangi dış uyarıcılarla oluştuğuna dair ilişkilerin kurulmasındaki imge kullanımı karşısında hayranlığımı ifade edecek söz bulamıyorum.<br /><br />Kadın, oğlunu bir orgazm anında kaybedişi nedeniyle kötücül olanı tamamen kendi doğasıyla özleştiriyor ve kendi cinselliğini cezalandırıyor. Öte yandan, karakterin geçmiş dönemlerde hazırladığı akademik bir araştırmada, cadılık ve tarihteki toplu kadın katliamları üzerinde çalışmış olması da bilinçaltı süreçlerin tahlilinde kullanılan destek öğeler arasına ustalıkla yerleştirilmiş. Zira kadın, kocasıyla birlikte geçireceği yas dönemi için, zamanında çok sevdiği ve araştırmasını yazmak üzere çekildiği Eden ormanlarını seçiyor yine… Fakat eskiden çeşit çeşit meyveleriyle bin bir tatlar sunan Eden ormanları, artık sadece korkutucu ve kötü duygular yaratıyor. Tıpkı cinselliğin artık sadece acıyı çağrıştırması gibi…<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiicSCOLht9uLjWu79xXBBoA2ag3IHZQmZ_MrKib2Eg1CnZGFhHtrf8Clu3YOR4zXSApJHlpEmC1jQN5_RCIjs1qDpDujANHoJwTOnOr0Rt00lrlBVCbN5hUBWl_CTxSHBwZIQcHWZQw3aN/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiicSCOLht9uLjWu79xXBBoA2ag3IHZQmZ_MrKib2Eg1CnZGFhHtrf8Clu3YOR4zXSApJHlpEmC1jQN5_RCIjs1qDpDujANHoJwTOnOr0Rt00lrlBVCbN5hUBWl_CTxSHBwZIQcHWZQw3aN/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5482542919610601250" /></a><br /><br />Tabii ki Trier’nin kurguladığı bu tabloya alkış tutmamak mümkün değil… Ancak Deccal, bunca zoraki kurgulanmış bir realitenin içinde doğallık hissini muhafaza etmeyi başaramıyor. Dolayısıyla büyük saygı uyandırsa da, Dalgaları Aşmak misali su gibi içimize akamıyor. Diğer yandan, yukarıda en sade haliyle aktarmaya çalışmış olsam da, aslında filmdeki episodlar ayrımları ve içerikleri bakımından yeterince anlamlı değil. Ve biraz daha detaya inersek, terapi sürecindeki psikoljik tahlillerin de fazlaca popüler kültüre ait durduklarını ve filmin taşıdığı iddiaya oranla basit kaldıklarını söyleyebilirim. İşte bahsettiğim nedenlerledir ki, olayların yaşandığı ormandaki atmosfer ve ıssızlık ritmiyle Tarkovsky’ye göndermeler yapsa da, ne yazık ki derinliği ve meditasyon süreci açısından da usta yönetmenin çok gerisinde kalıyor Trier. <br /><br />Sinema çevreleri Deccal’in feminist mi yoksa kadın düşmanı bir alt metin mi taşıdığına dair iki farklı görüşte toplanmış durumda. Bana göre Trier’in açık hedefi, kadın cinselliğinin yüzyıllar içinde teolojiye dayalı şeytani argümanlarla bastırılışına karşı bir eleştiri getirmek… Ve son olarak, filmdeki rolüyle geçen yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer bulunan Charlotte Gainsbourg’un bu hedefe giden yolda en büyük katkıya sahip olduğunu ve tarihe geçecek bir performans sergilediğini özellikle belirtmek istiyorum. <br />(www.tersninja.com’da yayınlanmıştır).Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-70423710720781200252010-06-07T10:40:00.010+03:002010-06-07T11:02:42.060+03:00Gavras'a saygılarımız, Scamarcio'ya alkışlarımızlaEden a l’Ouest/ Eden is West/ Cennet Batıda<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjouxpQUcVpCl3G9XECKwzPD3CoBmxomFoawFcNQWa371TkPE-QQvuFnnnyovM2sP0GgAJynSdbt3GdpyGmS_C4-ij8v8PSHDd6I-OZvI3LusV3BFS_SxkUVsGy3cCUC5yqC0unKc9gXTKd/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 300px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjouxpQUcVpCl3G9XECKwzPD3CoBmxomFoawFcNQWa371TkPE-QQvuFnnnyovM2sP0GgAJynSdbt3GdpyGmS_C4-ij8v8PSHDd6I-OZvI3LusV3BFS_SxkUVsGy3cCUC5yqC0unKc9gXTKd/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5479935054624987154" /></a><br /><br />Yön: Costa Gavras<br />Sen: Costa Gavras, Jean-Claude Grumberg<br />Oyn: Riccardo Scamarcio, Odysseas Papaspiliopoulos, Léa Wiazemsky, Tess Spentzos<br />Yapım: 2009, Fransa – Yunanistan - İtalya, 110 dk.<br /><br />Çocukluğumun geçtiği Kızıltoprak’ta efsane bir Kent Sineması vardı zamanında… İlk başlarda burada Pazar sabahları gösterilen animasyonlara götürürdü annem beni. Sonra ilkokulla birlikte yavaş yavaş ciddi filmler de girdi hayatıma. Ve işte o dönemde izlediğim filmler sayesinde başladı hem Kent Sineması’na, hem de sinema salonlarının tuhaf kokusuna ve sessizliğine duyduğum aşk. Bu filmlerden biri de, 7 yaşındayken izlediğim, bana önce çok karanlık ve ağır gelen, ancak sinemadan çıktığımda ortada mühim bir şeylerin döndüğüne kanaat getirmemi sağlayan, Jack Lemmon’ın oynadığı Kayıp idi. Hep komik halleriyle görmeye alıştığım tatlı adam, bu kez kaybolan oğlunun peşine düşmüş acılı bir babayı canlandırıyordu. Sonraki yıllarda öğrendim ki filmin orijinal adı Missing, yönetmeni de Costa Gavras’mış. Tamam dedim, önce insan sonra sinemacı kontenjanından kayda alınması gereken önemli bir adam, kendisini izlemeye devam edelim. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYnGHYSwim8qMyIIBDzFT3EuDWTo_dZ1jSl90PRxsT1gGO3kGUT6GmxemJf0yrLDYdNevp-p7n1HaU2ao7MdDqiYYdbRgIt0m5-9j5Y-hUv-ZrHrfoNcrNItIM3MNe2tloZrk-Ow4AVWDT/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhYnGHYSwim8qMyIIBDzFT3EuDWTo_dZ1jSl90PRxsT1gGO3kGUT6GmxemJf0yrLDYdNevp-p7n1HaU2ao7MdDqiYYdbRgIt0m5-9j5Y-hUv-ZrHrfoNcrNItIM3MNe2tloZrk-Ow4AVWDT/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5479935498585071858" /></a><br /><br />Saygınlığı ve üretkenliğinden hiçbir şey kaybetmeden yıllara meydan okuyan, 80’lerine yaklaşmasına rağmen hala iddialı işler yapan değerli Costa Gavras son filmi Eden a l’Ouest/ Eden is West/ Cennet Batıda ile yeniden bizlerle… Siyasal sinemanın yaşayan usta yönetmenlerinden Gavras’ın sinemasında neler yok ki…: Yunanistan adı verilmeden faşist çetelerle devlet arasındaki gizli ilişkileri gözler önüne seren Yves Montand’lı ve En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödüllü Z/ ÖlümsüZ (1969), askeri dikta altındaki bir Güney Amerika ülkesini anlatan ve başrole yine Yves Montand’ı koyan L’Aveu/ Kuşatma (1970), Pinochet yönetimindeki Şili’de gözaltında kaybolan bir gazetecinin öyküsünü anlatan Missing/ Kayıp (1982), geçmişte Nazilerle işbirliği yapmakla suçlanan bir babanın yaşadıklarını konu alan Music Box/ Müzik Kutusu (1989), Katolik kilisesinin Nazi kıyımı karşısındaki pasif tutumunu eleştiren ve benim de en sevdiğim Gavras filmlerinden olan, özellikle Matthew Kassovitz’in oyunculuğuyla hatıralarımızda son derece naif kareler bırakan Amen (2002), Fransa'da yaşanan işsizlik sorununa değinen Le Couperet/ The Ax/ Ölümcül Çözüm (2005) gibi…<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_rYj0_nd2r2zICpqvOLqx9kZFy0nnFTshEdPYrpE4Re-ycnF-KfBeLossQkajW4AbYmnj5LRKsxG_I1uFQGaHF2ju53__tgSbg9o-YFAOY-fOUclJeLQLmuXjlCukqCgBZbtnsz38Cdo4/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_rYj0_nd2r2zICpqvOLqx9kZFy0nnFTshEdPYrpE4Re-ycnF-KfBeLossQkajW4AbYmnj5LRKsxG_I1uFQGaHF2ju53__tgSbg9o-YFAOY-fOUclJeLQLmuXjlCukqCgBZbtnsz38Cdo4/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5479935683361294226" /></a><br /><br />Gavras yeni filminde de, ismi açıklanmayan bir ülkeden kaçarak mutluluk ve refah dolu yeni bir hayat kurmak hayaliyle Avrupa’ya doğru yol alan yasadışı bir göçmenin öyküsünü anlatıyor. Polis kontrolünden kurtulmak için gemiden atlayan göçmen Elias (Riccardo Scamarcio), kendini Fransa sahillerindeki Cennet adlı tatil köyünde buluyor. Gözümüzle görmesek de Elias’ın ardında bıraktığını tahmin ettiğimiz yokluk ve sefaletin antitezi olarak planlanmış Cennet’te başlayan yolculuk, nihai hedef olan büyük kent Paris’e kadar sürüyor. Çevresindekilerle iletişim kurabileceği hiçbir dil konuşamayan Elias, yolculuğu boyunca çeşit çeşit insanla ve Avrupa’nın farklı yüzleri/ gerçekleriyle tanışıyor. Başka bir gezegenden dünyaya düşmüş kadar şaşkın ve saf Elias karakterinin beyazperdede vücuda gelen doğallığı, izleyiciye bu yolculuğu birinci elden yaşatıyor adeta; tüm heyecanları, tehlikeleri, korkuları ve umutlarıyla… Ve film, göçmen sorununu sadece nedenleri ya da vatan topraklarından kopma/ yurtsuzlaşma boyutuyla değil, madalyonun diğer yüzünü çevirerek bu çaresiz insanların yeni yaşamlarında maruz kaldıkları modern kast ve kölelik sistemine getirdiği eleştiriyle de masaya yatırıyor.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZ_jsGlTVymGwF4IXsGUjBbDGrC9-WQFzMt3-3AoZ8BkTFyCxzcG6_FPinulffrBKnB_YCDWlN4N7FzofU2uo5VPU-kYKe-vcQV-agcu4qCB7jU732lN_RpvP9StELbBTi8qi0uaiJYqY3/s1600/4.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjZ_jsGlTVymGwF4IXsGUjBbDGrC9-WQFzMt3-3AoZ8BkTFyCxzcG6_FPinulffrBKnB_YCDWlN4N7FzofU2uo5VPU-kYKe-vcQV-agcu4qCB7jU732lN_RpvP9StELbBTi8qi0uaiJYqY3/s400/4.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5479935822966663730" /></a><br /><br />Bence müthiş bir film… Ustanın, konuyu işlemek üzere seçtiği yolda ve kurduğu öyküdeki yaratıcılığı tartışılmaz. Filmin en başarılı noktalarından biri de mizah – dram dengesi ve geçişleri. Dolayısıyla izleyici üzerinde hedeflenen duygu ve düşünce hareketliliği en doğru kanaldan ve ölçüsünde gerçekleşiyor. Cennet Batıda’nın bana İtalyan Yeni Gerçekçi sinemasının tadını yaşattığını söyleyebilirim. Oyuncu olarak Riccardo Scamarcio’yu tanımayan birini, Elias’ın halktan bir adam olduğuna rahatlıkla ikna edebilirsiniz. Kısa bir süre önce Ferzan Özpetek’in Mine Vaganti/ Serseri Mayınlar’ında izlediğim ve her performansında biraz daha hayran olduğum Scamarcio bazı yabancı eleştirmenler tarafından yeni Al Pacino olarak nitelendirilmiş. <br /><br />Özetle… Elias’ın büyük umutlarla çıktığı Avrupa yolculuğu büyük bir hayal kırıklığıyla son bulurken, Avrupa rüyası da tamamen karanlığa gömülüyor… Ve bize de, Gavras’ın olayı irdelemek için seçtiği konu/ yöntemdeki yaratıcılığına ve ironik anlatımına alkış tutmak düşüyor. Çok yaşa ihtiyar delikanlı! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-49093211221892564812010-05-31T10:09:00.007+03:002010-05-31T10:21:17.307+03:00NEW YORK! BU AŞK KOCA BİR YALAN...New York, Je t’Aime/ New York, I Love You<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2HRFgTxbPezA95CYFtvGratKz2f8QJyQ-14uABTjejZvhYl5xJICPIV3_7CNJtMSY_l24hIqF6Bk-w3y157naLjMHMvzHiOygOLsRp559kvhPfcsu-5L6i0t9iqKTvtmEJgBK8f_6ywSg/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 269px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi2HRFgTxbPezA95CYFtvGratKz2f8QJyQ-14uABTjejZvhYl5xJICPIV3_7CNJtMSY_l24hIqF6Bk-w3y157naLjMHMvzHiOygOLsRp559kvhPfcsu-5L6i0t9iqKTvtmEJgBK8f_6ywSg/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5477329008356584754" /></a><br /> <br />Yön: Natalie Portman, Fatih Akın, Brett Ratner, Shekhar Kapur, Mira Nair, Yvan Attal, Joshua Marston, Allen Hughes, Shunii Iwai, Wen Jiang, Randall Balsmever<br />Sen: Scarlett Johansson, Natalie Portman, Fatih Akın, Anthony Minghella, Jeff Nathanson, Yvan Attal, Joshua Marston, Stephen Winter, Yao Meng, Suketu Mehta, Olivier Lécot, Hu Hong, Alexandra Cassavetes, Hall Powell, Shunii Iwai, Israel Horovitz, James C. Strouse, Emmanuel Benbihy (konsept)<br />Oyn: Natalie Portman, Shia LaBeouf, Bradley Cooper, Blake Lively, Orlando Bloom, Ethan Hawke, Robin Wright, Hayden Christensen, Christina Ricci, John Hurt, Andy Garcia, Eli Wallach, Julie Christie, Uğur Yücel…<br />Yapım: 2009, ABD - Fransa, 110 dk.<br /> <br />Belli bir tema üzerinde çeşitli yönetmenleri bir araya toplayan, bu tema çerçevesinde her birinin konuya kendi yorumunu getirmesini talep eden, içinde barındırdığı yönetmenlerin avantajını kullanarak özellikle festivallerden hareketle etrafa yayılan ve bir kısım izleyici tarafından eğlenceli/ ilgi çekici bulunan, az az/ küçük küçük ve kolayca tüketilen kısa filmlerden oluşmuş konsept proje janrında yeni bir çalışma daha karşımızda: New York, I Love You. Yine Emmanuel Benbihy’nin yapımcılığı ve konsept tasarımıyla, Aşk Şehirleri serisinin Paris Je T’Aime’den sonraki ikinci filmi, aşk/ sevgi anekdotları üzerine bir kent antolojisi…<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj5X05zFk8NZ768O2kGq-TDfIZLWuM_IX0PNc53aqBeNN_Q7P-OHzhLSjpAerDvT0DyCLFled_76hCEU4cfP2jd7wZhmEwmxGhnHAlxy0Yh57-cI3_3-4B2WWqqDzxrRCWhKGnxK5t82Vp0/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 259px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj5X05zFk8NZ768O2kGq-TDfIZLWuM_IX0PNc53aqBeNN_Q7P-OHzhLSjpAerDvT0DyCLFled_76hCEU4cfP2jd7wZhmEwmxGhnHAlxy0Yh57-cI3_3-4B2WWqqDzxrRCWhKGnxK5t82Vp0/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5477329321979826898" /></a><br /> <br />Kendi adıma bu tip işlerle ilgili çok olumlu fikirler taşımadığımı peşinen söyleyebilirim. Zira bu projelerin farklı isimleri bir araya getirmeleri itibariyle taşıdıkları popülerleşme potansiyelinin, yönetmenlerin bilinçaltına girerek onlarda tonları daha “light” tutma güdüsü yarattığını düşünürüm. Sevdiğimiz pek çok yönetmenin aynı konudaki farklı yaklaşımı ya da yaratıcı eğilimini görme fırsatı sunsalar da bana göre bu kolajlardaki sınırlayıcı çerçeve ve sipariş altyapısı, o yönetmenlerin yüzde yüz kendileri olmalarına asla izin vermez… Ve netice, sinema adına yavan kalmış, hatta oldukça eğreti/ zorlama/sahte görünen salt ticari bir hamleden öteye geçemez. Hal böyle olunca, kahramanının acı malubiyetine tanık olan çocuklar gibi sinemadan içim burularak çıkar, işin fikir sahiplerine de hafifçe öfkelenmekten kendimi alamam… <br /><br />Evet sevgili okurlar, New York I Love You’da da tema babası yapımcı Benbihy’nin koyduğu katı kurallar, yönetmenlerin yaratıcı yaklaşımları ve üretim alanlarını iyice baltalamış: Süre 8 dakikayı geçmeyecek, çekimler iki günde bitecek, işin toplamı bir haftada tamamlanacak, mutlaka aşka dair bir karşılaşma/ buluşma öyküsü anlatılacak! Boşuna dememiş büyüklerimiz, “Elini korkak alıştırma!” diye… Bu dar çerçeve içinde ne yazık ki ortaya son derece düz, yavan ve renksiz bir iş çıkmış. Duyguların sıçradığı, özgür bir sinemacının uçuşlarını hissettiğiniz tek bir an yaşatmayan bir deste kısa film… <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjifaAxE4LpwF_O0c9pVDZj3avRy561NHMcv0PvwmyxPgthhUKuRKJtxGMyln6Ccymkh0_HafaNksFWsGPzM_gCHKohMAhkhygM0yB2x-DSMmXzAfjI_rKAS0t5naeW8w98UHReJvilbonq/s1600/2.5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 270px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjifaAxE4LpwF_O0c9pVDZj3avRy561NHMcv0PvwmyxPgthhUKuRKJtxGMyln6Ccymkh0_HafaNksFWsGPzM_gCHKohMAhkhygM0yB2x-DSMmXzAfjI_rKAS0t5naeW8w98UHReJvilbonq/s400/2.5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5477329704564290114" /></a><br /><br />Detaya inersek; yönetmenlerin çoğunun New York’la yaşamsal bir bağları olmaması nedeniyle, filmlerin de kente dair özel ve derin bir duygu aktarımında bulunamadığını söyleyebiliriz. Öyküler, kent yaşamını ve kent insanının ruh halini irdelemeyi es geçip, daha çok standart New York algısı üzerine bina edilmiş. Bu tip kolajların içindeki filmler genelde süre itibariyle durumları/ anları aktarmaya yönelik hazırlandıklarından çok güçlü olması gereken diyaloglar da, New York I Love You’da zeka pırıltısından oldukça uzak görünüyor. <br /><br />Diğer yandan öykü mekanları Manhattan’a yoğunlaşmış ve proje kenti bütünüyle kapsamakta yetersiz kalmış. Filmler arasında bağlantı bulunması şart değilse de, burada kurulmaya çalışılmış kesişme noktaları oldukça zayıf. Ama en önemlisi aşk/ romantizm/ trajedi gibi evrensel/ bireysel temalarda odak sabitlenmiş ve New York’un sunduğu etnik farklılıklar, kültürel çeşitlilik, karmaşa vb gibi malzemeler görmezden gelinmiş. Sadece Mira Nair’in bölümünde Yahudi gençkız (Natalie Portman) ile Hintli adamın (İrfan Khan) öyküsü anlatılıyor ki, zaten bu da projenin en başarılı işlerinden biri olmuş. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiDqmt-vcObYRrFoQcurl2MLVtYRR2THhVT9534VKIbxXGwkkLtCljn6zh7UCK87Kg95GKJMuc_KCJwNYj_bC43Sg2zg91L3txLp0b86hoj_NH-dO0a5IwzJTMBX0vfkqaP5zGwYbOWeRYu/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiDqmt-vcObYRrFoQcurl2MLVtYRR2THhVT9534VKIbxXGwkkLtCljn6zh7UCK87Kg95GKJMuc_KCJwNYj_bC43Sg2zg91L3txLp0b86hoj_NH-dO0a5IwzJTMBX0vfkqaP5zGwYbOWeRYu/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5477329932671133506" /></a><br /><br />Kendi adıma en çok beğendiğim işinse, eski bir opera sanatçısının öyküsünü anlatan Shekhar Kapur’a ait film olduğunu söyleyebilirim. Bu bölümün senaryosu geçen yıl kaybettiğimiz Anthony Minghella’ya ait ve projenin bütünü de Minghella’nın anısına adanmış. Diğer bir dipnota gelince… Oyuncular arasında gördüğümüz Natalie Portman, ayrıca ilk yönetmenlik denemesi olan bir kısa filmle de projeye katkıda bulunuyor. <br /><br />Ve özetle… New York I Love You, listedeki değerli yönetmenlerin ne yaptığını ve nasıl yaptığını görmek için duyulan sinemaseverce bir merakla izlenebilir… Ama salona yüksek beklentilerle girmemeniz tavsiye edilir! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır).Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-59726086196226374182010-05-18T15:30:00.007+03:002010-05-18T15:54:57.170+03:00Hayat da bir futbol oyunu değil midir Eric...Looking for Eric/ Hayata Çalım At<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4emALufR3y2IWZvhdUT7YVn5rIQjtt9lEKdsFc_bd8kQQ8KmqKBF0hr5vt9GIa2Z0Ohop_WzGNbYhU5PNbNr9oM57x212AqG3ebxZF8T61fmh8DAvJNHX4CSspZOE3ylVdD1P5TKO_X4j/s1600/0.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 258px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh4emALufR3y2IWZvhdUT7YVn5rIQjtt9lEKdsFc_bd8kQQ8KmqKBF0hr5vt9GIa2Z0Ohop_WzGNbYhU5PNbNr9oM57x212AqG3ebxZF8T61fmh8DAvJNHX4CSspZOE3ylVdD1P5TKO_X4j/s400/0.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5472589888037799954" /></a><br />Yönetmen: Ken Loach <br />Senaryo: Paul Laverty<br />Oyuncular: Steve Evets, Eric Cantona, Stephanie Bishop, Gerard Kearns<br />Yapım: 2009, İngiltere – İtalya – Fransa – Belçika – İspanya, 116 dk.<br /><br />İngiliz sinemasının ustalarından Ken Loach, yeni filmi Looking for Eric/ Hayata Çalım At ile yeniden aramızda… 1990’ların başından bu yana, yani 15 yaşlarımdan beri kendisini takip eder ve çok severim. O zaman bu zamandır neredeyse tüm külliyatını izlemişimdir ve aradan hiç boş iş çıkmamıştır. Bazı yazılarımda değindiğim gibi, gelecek filmlerini sabırsızlıkla beklediğim yönetmenlerden biridir o. <br /><br />Riff-Raff/ Ayaktakımı (1990), Raining Stones/ Yağan Taşlar (1993), Land and Freedom/ Ülke ve Özgürlük (1995), Carla’s Song/ Carla’nın Şarkısı (1996), My Name is Joe/ Benim Adım Joe (1998), Bread and Roses/ Ekmek ve Güller (2000), Sweet Sixteen/ Afili Delikanlı (2002), Ae Fond Kiss/ Duygudan da Öte (2004), The Wind That Shakes the Barley/ Özgürlük Rüzgarı (2006), It’s a Free World/ İşte Özgür Dünya (2007) gibi pek çok iyi filmin yönetmeni Ken Loach sadece toplumsal sorunları, işçinin/ emekçinin halini, sistemin çıkmazlarını anlatmakta değil; özellikle son dönem işlerinde birey üzerine tuttuğu merceği büyüterek içsel analizlerde de iyice ustalaşmıştır. Duygudan da Öte’deki aşk ve özlemin, Özgürlük Rüzgarı’ndaki coşku ve ızdırabın belleğimizde her dem canlı kalan izlerini aynı derinliğe borçluyuz kuşkusuz.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-nEanktiiyvdzDahpxqtRW20rQ8nYoE9jgm9cwD17TRbZnE0-ZLXIBnyyBDWW1BGJnVvFUFhTm5geweYH63JVTLxHgVtWcGKkEr43z2FqXK0MKW4RU7_iCSxhw0F42e-3RXBjAJtz_QNO/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh-nEanktiiyvdzDahpxqtRW20rQ8nYoE9jgm9cwD17TRbZnE0-ZLXIBnyyBDWW1BGJnVvFUFhTm5geweYH63JVTLxHgVtWcGKkEr43z2FqXK0MKW4RU7_iCSxhw0F42e-3RXBjAJtz_QNO/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5472590001753617858" /></a><br />İşte bu yüzden yönetmenden beklentilerim her zaman yüksektir, son filmi Hayata Çalım At’ta olduğu gibi… Buna rağmen filmin beklentilerimin de ötesine geçtiğini ve Loach’un yine yıllara, hayata, profesyonel/ sanatsal yıpranmalara, kendini tekrarlara kurban olmadan, yepyeni tatlar sunan bir iş çıkardığını peşinen söyleyebilirim. Şüphesiz bu başarıda, 90’ların ikinci yarısından beri neredeyse tüm filmlerinde beraber çalıştığı senarist Paul Laverty’nin de katkısı büyük. <br /><br />Hayata Çalım At yine işçi sınıfından, kaybetmiş- hayatta başarısız olmuş- ezilmiş- mutsuz- güvensiz bir profilin, postacı Eric’in öyküsüne götürüyor bu kez bizi. Yegane mutluluk anlarını büyük aşkı Lily ile dans pistinde geçirdiği gençlik günlerinde bırakan Eric, hayattaki korkuları ve güvensizlikleri yüzünden hem sevdiği kadını kaybetmiş hem kendine bir kariyer edinememiştir. 50’li yaşlarına girdiği şu dönemde, ikinci karısından olan üvey oğullarıyla paylaştığı evde düzensiz bir yaşam sürmekte ve çocukların bulaştığı sokak çetelerinin tehditleriyle uğraşmaktadır. Ve tabii Lily’e olan aşkı ve onunla ilgili pişmanlıkları hiç bitmemiştir…<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqRo1ir6KcNGNYt7cU06hjPVtd5CtDiHhSVrXOSkHXi48vlFp8OP58b-R4hk4iqhfbxBujHMJikkXl-dGEgtlDGRzk4N5ApilFWDmqCSFIubAQZnk4CRhDG5kYQSPFLLjpkRgM6KG0sgk_/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 246px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhqRo1ir6KcNGNYt7cU06hjPVtd5CtDiHhSVrXOSkHXi48vlFp8OP58b-R4hk4iqhfbxBujHMJikkXl-dGEgtlDGRzk4N5ApilFWDmqCSFIubAQZnk4CRhDG5kYQSPFLLjpkRgM6KG0sgk_/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5472590126975432178" /></a><br />Bu iç karartıcı tablonun içinde, Eric ve postacı arkadaşları bazı kişisel gelişim kitapları üzerinden yaptıkları grup çalışmalarıyla hem kişisel özlemlerini/ hayallerini paylaşır hem de hayatlarını iyileştirmenin yollarını ararlar. İşte o günlerden birinde, kitaptan gerekli talimat gelir: Gıpta ettiğiniz, sizin için karizmayı ve güveni ifade eden birini düşünün! Öyle hissetmeye, hayata onun gözlerinden bakmaya çalışın! <br /><br />İşte bu noktada, güçsüz ve çelimsiz Eric’in hayattaki tek idolü, güç timsali Eric Cantona girer görüntüye… Ve bizim Eric, büyük Cantona’yla yaşadığı yarı fantastik diyaloglar (bu kez bir parça Woody Allen havası hissettiğimi de söylemeliyim) vasıtasıyla, kendi hayatına onun gözleriyle bakmaya çalışır. Cantona’dan, güçlü olmayı/ içindeki gücü ortaya çıkarmayı öğrenir. Hayatını düzeltmek ve aşkını geri kazanmak için; modernize edilmiş bir filozof/ ulu bilge/ karete hocası edasındaki Cantona’nın tavsiyelerine odaklanır: Başkalarını şaşırtmak için önce kendine sürpriz yapmalısın… Tehlikeden korkan asla denize açılamaz vb gibi… <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgkfaINx-dstVDqfTbr93sVZuCL8OZZjn4fRC9gGv-WzfsD0NZ7V7BgobVls8pglSIRNA775q7dqpe4NHBS6rkRoSU2XDYMsYXQaOvvtpLuKloJvQ9A2ZVwqqZjexK2gKqSXIB73ZQmmbm3/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 325px; height: 350px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgkfaINx-dstVDqfTbr93sVZuCL8OZZjn4fRC9gGv-WzfsD0NZ7V7BgobVls8pglSIRNA775q7dqpe4NHBS6rkRoSU2XDYMsYXQaOvvtpLuKloJvQ9A2ZVwqqZjexK2gKqSXIB73ZQmmbm3/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5472592195141279810" /></a><br />Kendisini hayatta zayıf ve değersiz hisseden, önemsenmeye ölesiye ihtiyaç duyan bir profilin karşısına; çıktığı maçlarda yüzbinler tarafından alkışlanan, irade ve fiziksel güçle kazanılmış üstünlüğün simgesi Eric Cantona’yı kontras karakter olarak koymakla denklemi en baştan sağlam temellere oturtmuş Ken Loach – Paul Laverty ikilisi. Üstüne zekice diyaloglar, başarılı kast seçimi, bizim Eric’in muazzam oyunculuğu ve nitelikli mizah da eklenince seyrine doyum olmaz bir film çıkmış ortaya. Sistemin acımasızlıkları ve kendi başarısızlıklarımız sonucu oluşan güçsüzlük ve güvensizliklerimiz, hayatta yapabildiklerimiz ve yapamadıklarımız, korkularımız/ özlemlerimiz/ hayallerimiz ve kendimize ördüğümüz duvarlar hakkında bir deneme metni adeta… Sinemanın azizliğiyle kutsanmış final sahnesiyle de uzun süre akıllardan kalacak. Kesinlikle kaçırmayın!<br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-57889353459845645852010-05-03T14:25:00.005+03:002010-05-03T14:33:27.752+03:00BİR TOPLUMUN VE TARİHİNİN PSİKANALİZİDas Weisse Band/ The White Ribbon/ Beyaz Bant<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEij3kozPf43LLMjrvq4yL4_o5uQ9TJkJl818I9ITYxylec6vRE0eozZO0azNtwTK9CYQRkGhVXoDgBXmJWEjEmp0A5wgOf-YjpvNJh5UnqWOr-Olhexo6DJVUeOkh5mV9p9qlGiBBJemjoJ/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 283px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEij3kozPf43LLMjrvq4yL4_o5uQ9TJkJl818I9ITYxylec6vRE0eozZO0azNtwTK9CYQRkGhVXoDgBXmJWEjEmp0A5wgOf-YjpvNJh5UnqWOr-Olhexo6DJVUeOkh5mV9p9qlGiBBJemjoJ/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5467004179830375090" /></a><br />Yönetmen: Michael Haneke<br />Senaryo: Michael Haneke<br />Oyuncular: Christian Friedel, Leonie Benesch, Ulrich Tukur, Ursina Lardi, Burghart Klaussner<br />Yapım: 2009, Avusturys – Fransa – İtalya - Almanya, 144 dk.<br /> <br />2000’lerin en tartışmalı ve alternatif sinemacılarından Michael Haneke’nin son filmi The White Ribbon/ Beyaz Bant yine sarsmak, sormak ve sorgulamak üzere sizleri bekliyor sevgili okurlar… En iyi yabancı film dalında Oscar adayı; 2009 Cannes Altın Palmiye ve Altın Küre En İyi Yabancı Film ödüllerinin sahibi Beyaz Bant, ülkemizde ilk kez geçen yıl Filmekimi’nde gösterildi.<br /> <br />Daha ilk anlardan filmin bana Bergman’ın 1960 yapımı The Virgin Spring/ Gençkız Pınarı’nı anımsattığını söyleyebilirim. Gerek siyah beyaz dokuyla beslenen stilize görselliği, gerek dinginliğin içinde tuhaf bir huzursuzluk barındıran ritmi, gerek çizdiği kırsal portre, gerekse masumiyet-din-suç-ceza kavramlarını çarpıştırma üslubuyla…<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_8KD3truRD868cS8a0ZSY17_qauNfYuLDgrnB6K9jDHaCcKyNQ9-HFVq3BXHDbSvKDjKnpLps8MxeCEhU9eBaiHghyzaT5k3XyPmBaVCiw2Sli1ut_pHktstkhoB91COUTFINBSsIo5j7/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 226px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh_8KD3truRD868cS8a0ZSY17_qauNfYuLDgrnB6K9jDHaCcKyNQ9-HFVq3BXHDbSvKDjKnpLps8MxeCEhU9eBaiHghyzaT5k3XyPmBaVCiw2Sli1ut_pHktstkhoB91COUTFINBSsIo5j7/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5467004342241419794" /></a> <br />I. Dünya Savaşının hemen öncesinde, 1913 yılında Almanya’nın kuzeyindeki bir Protestan köyünde geçen film, artık yaşlı bir adam olan köy öğretmeninin anlatıcılığında (sesiyle Ernst Jacobi), bizi yıllar önce yaşanan bir dizi suç öyküsüne götürüyor; bir sır ve entrikalar yumağının içine atıyor. Şöyle başlıyor sözlerine anlatıcı: “Bu acı dolu öyküler, bu ülkede olan bazı şeylerin nedenini belki açığa kavuşturabilir”. Haneke aslında daha bu noktada gereken ipucunu veriyor; geçmiş ve sonranın gerçekliği arasında bir neden sonuç ilişkisi kuracağını; geçmişin dinamikleri üzerinden sonranın tahlilini yapacağını fısıldıyor izleyiciye. Siyah beyaz görüntü, durağanlık, çözümsüz olaylar ve soğuk/ mutsuz karakterler toplamında oluşan gizemli atmosferi bozmayacak denli sessiz ve derin bir fısıltı bu. <br /> <br />Evet, feodal sistem ve ataerkil düzenin baskısı altında şiddete maruz kalmış çocuklar büyütüyor bu köy. Ve bu çocuklar, II Dünya Savaşı’nın yetişkin Alman vatandaşları oluyorlar... Özetle Haneke, köy halkının ilişkilerine hakim sosyal dengeler üzerinden din, gelenek, eğitim, masumiyet ve masumiyetin göreceliği ya da dönüşümü gibi temaları ve aslında bu birleşenlerin bütününde Alman ulusal kimliği ve toplumsal ruh halinin zaman içindeki evrimini çözümlemeyi deniyor. Bir anlamda da, konuyla ilgili kişisel tezini atıyor ortaya: Almanya’da 20. yüzyıl vahşeti ve faşizmini yaratan hastalıklı ruh halinin kökenlerini, aşırı disiplin ve otorite tacizleriyle kötüleştirilmiş bir kuşakta arıyor. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEil7n-y9-_V9dyGNV__YyWUNSNXIGuTyDc-kEYPmq8urrSKX5fgjxZtOEaiUvluE4_KIiQP9KXA3MKdHltxk8DVtLqBjiQBkvnSRGatlLaOSkwcem0o0l09OZfaTrPgspi-P4on_ss_jB6o/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 226px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEil7n-y9-_V9dyGNV__YyWUNSNXIGuTyDc-kEYPmq8urrSKX5fgjxZtOEaiUvluE4_KIiQP9KXA3MKdHltxk8DVtLqBjiQBkvnSRGatlLaOSkwcem0o0l09OZfaTrPgspi-P4on_ss_jB6o/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5467004512137381202" /></a><br />Önemli güç merkezlerini temsilen gerekli karakterler de öyküye özenle yerleştirilmiş: Nüfusun yarısından çoğunu oluşturan çiftçilerin patronu Baron (muhteşem performansıyla Ulrich Tukur), köyün çocukları üzerinde güçlü bir etkisi olan Protestan papaz (Burghart Klaussner) … Bu bağlamda, Papazın -bir aile geleneği olarak- yapılan hataları cezalandırmak üzere çocuklarının koluna taktığı beyaz bant gibi, üzerinde düşünülmesi gereken önemli imgeler de var filmde. Alman ulusal kimliğine bir eleştiri olarak yorumlandığında, beyaz bandın Nazi kolluğuna göndermeler taşıdığı olasılığına kadar çeşitlendirebiliriz düşüncelerimizi. Önemli olan şu ki, tarihsel gerçeklikten bağımsız düşünüldüğünde bile, birey mikro parçasında zuhur edecek bir şiddete ve aşırı otoriteye maruz kalma halinin makro düzeyde varabileceği toplumsal vahşeti çarpıcı biçimde anlatıyor Beyaz Bant. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRGJ5DKWZw94DiGJJFn6u7AKJ5V-NoSfpD6JPrOft9-c7EClCxKqHRqzX7ADIqc68P3I0zAr2GoDzc-Yt7vfJfn4olrud9hi7llyYq-w-WBsTVLZSYVyKJMNNJLrETx4OHioX2pqXDQlu-/s1600/4.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 226px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiRGJ5DKWZw94DiGJJFn6u7AKJ5V-NoSfpD6JPrOft9-c7EClCxKqHRqzX7ADIqc68P3I0zAr2GoDzc-Yt7vfJfn4olrud9hi7llyYq-w-WBsTVLZSYVyKJMNNJLrETx4OHioX2pqXDQlu-/s400/4.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5467004831103498722" /></a><br />Filmlerinde modern dünyanın açmazları, bireyin kendine yabancılaşması, duyguların yitirilmesi, burjuva yaşamı ve ahlakının zafiyetleri gibi konuları irdeleyen; son derece zorlayıcı, sarsıcı, huzursuz edici ve sert bir sinema diline sahip Haneke, malum, çağın sorunlarına duyarlı muhalif izleyici tarafından “ulu bilge” mertebesine oturtulmuş ve yönetmenliğiyle at başı giden düşünür imajıyla neredeyse bir “Haneke ve müritleri” hissiyatı yaratmaya muktedir olmuş acayip bir adam. Filmografisinden pek çok önemli iş sayılabilir: Duygusal Buzlaşma üçlemesi: The Seventh Continent/ Yedinci Kıta (1989), Benny’s Video/ Benny’nin Videosu (1992), 71 Fragments of a Chronology of Chance/ Tesadüfi Bir Kronolojinin 71 Parçası (1994), Code Unknown/ Bilinmeyen Kod (2000), The Piano Teacher/ Piyanist (2001), The Time of the Wolf/ Kurdun Günü (2003), Caché/ Saklı (2005), Funny Games/ Ölümcül Oyunlar (2007).<br /> <br />Her Haneke filmi gibi Beyaz Bant da, sinemayla “eğlencelik seyir” kavramının ötesinde bağı olanların mutlaka izlemesi gereken bir film. Belki görünürde yönetmenin önceki işleri kadar sert ya da şiddetli değil, ama darbesini sessizce, hissettirmeden indirmeyi biliyor. Bu noktada, filmin ruhu ve atmosferinin oluşumunda büyük pay sahibi olan Christian Berger sinematografisine de son bir büyük alkış lütfen! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-45270284091153263262010-04-26T13:19:00.012+03:002010-04-26T21:45:51.965+03:00YAŞAM ÜZERİNE GÖRSEL FELSEFE METNİEl Secreto De Sus Ojos/ Gözlerindeki Sır <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCR-ZkhLP79d6UggomvQ1I4vyKtZomzPL5LPFXc7mwQGMZ7n5h_GkpBCjd86huT2cQ2wLBJfl__vaqJUY6NpdN8cB1m4HiNYdT7GyQbpbzSS0INf-ToXloQ7BaCUnmjqIXWuBLIUACZcCB/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 282px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiCR-ZkhLP79d6UggomvQ1I4vyKtZomzPL5LPFXc7mwQGMZ7n5h_GkpBCjd86huT2cQ2wLBJfl__vaqJUY6NpdN8cB1m4HiNYdT7GyQbpbzSS0INf-ToXloQ7BaCUnmjqIXWuBLIUACZcCB/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464389291804039218" /></a><br />Yön: Juan Jose Campanella<br />Oyn: Ricardo Darin, Soledad Villamil, Pablo Rago, Javier Godino <br /> <br />Bir destan, modern ağıt, bir başyapıt…<br />Secreto De Sus Ojos/ Gözlerindeki Sır’ı izlerken, hatta daha ilk yarının sonlarında, bu ve benzeri düşünceler çoktan aklımda yoğunlaşmaya başlamıştı sevgili okurlar. Uzun zamandır mideme yumruk yemişim hissi uyandıran bir film izleme zevkine ulaşamamıştım. Sağ olsun, Arjantinli yönetmen Juan Jose Campanella bunu ziyadesiyle başardı. <br /> <br />Aslında üst satırlara girmesi gereken bir teşekkürüm daha var; o da, filme aktarılan romanın yazarı Eduardo Sacheri’ye… Zaten senaryoyu da oturup yönetmenle birlikte yazmışlar. Bu yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülünü kazanan Gözlerindeki Sır’ın, yarışın ilk başından ipi göğüsleyeceğine kesin gözüyle bakılan Un Prophete/ Peygamber’i geride bırakmasına hiç şaşırmadığımı söyleyebilirim.<br /> <br />Oyuncu ve senarist olarak da çeşitli deneyimleri olan ve Son of Bride, Moon of Avellaneda gibi az sayıda filmi bulunan yönetmen Campanella, şahsen benim müptelası olduğum televizyon dizisi Dr. House’ın da yönetmeni. Diziyi izleyenlerin çok iyi bileceği gibi, Campanella bu filmde de karakterlerin iç dünyasına vurgu yapmak ve tempoyu baştan sona yüksek tutmak konusunda kusursuz bir işe imza atmış. İzleyiciyi bütünüyle ele geçiren sıradışı öyküsü, güçlü diyalogları, başarılı kurgusu, akıl oyunları ve detaylardaki derinliğiyle unutulmaz bir film çıkmış sonuçta ortaya. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-1_nrSf4Wn_Q5jF5OgmxBKPBqEHzy_UeYU-wt3oIKjLzRj9-HjsoQDe-2iz6gkXEGcnKk5IA6-RGMz6EWBldawGsTAa7U4P6pco2MlfaxOM1rneoyhU9VKD5rgu_0AOH23Jgfg2dDPC-y/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj-1_nrSf4Wn_Q5jF5OgmxBKPBqEHzy_UeYU-wt3oIKjLzRj9-HjsoQDe-2iz6gkXEGcnKk5IA6-RGMz6EWBldawGsTAa7U4P6pco2MlfaxOM1rneoyhU9VKD5rgu_0AOH23Jgfg2dDPC-y/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464389458562063282" /></a><br />Gözlerindeki Sır, geçmişe ait olduğu hemen anlaşılan ve tren istasyonunda yaşanan son derece şık bir ayrılık sahnesiyle başlıyor. Ardından, bu sahnenin kahramanı olan emekli sorgu müfettişi Esposito’yu şimdiki zamanda, bir romanın ilk satırlarını yazarken görüyoruz. Esposito, 25 yıl önce araştırdığı bir olayı kaleme almak üzere şehre geri dönüyor. Ve film, geçmişe gömülmüş bir tutku cinayetinin izleğinde, geri dönüşlerle, iki paralel zamanda ilerlemeye başlıyor. <br /><br />Eski bir fotoğrafta, gözlerindeki tutku dolu bakışla kendini ele veren katilin peşinde geçen kovalamaca, sorgu ve hesaplaşma süreci, aslında çok derin bir felsefi metnin zeminini oluşturuyor. Yönetmen; aşk, suç ve ceza öyküsü çemberinde “Geçmiş geçmişte kalmalı”, “Koca bir hayat boşuna yaşanır mı?”, “Bize kalan sadece hatıralardır, o yüzden en iyilerini seçmeli” gibi tezlerini birer birer ortaya atıyor ve hepsini ayrı ayrı didikliyor.<br /><br />“Erkek milleti her şeyini değiştirebilir, tutkusu dışında…” formülünden hareketle, mektuplarında yazdığı futbolcu isimleri üzerinden soluk kesen akıl oyunlarıyla katile ulaşılıyor ve oldukça sarsıcı bir sorgulama sahnesiyle olayın psikolojik çözümlemesi gerçekleşiyor. Tutkuları, korkuları ve zayıflıklarıyla özenle işlenmiş karakterler, oyuncuların da marifetiyle kusursuz biçimde canlandırılmış. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiiYTTo5xjswN03SC4GD49KHABvzIr-j_z6E9SwgY3N0SZviE4QI1GtbAcDxCA7sgCAGCjH32DAop44DD_AH8v8T6Jwx67dNOfFV3DRR1WQn7DgDb7I0m4Fc7SfV7Alsmjalk0N15tOMUaS/s1600/2.5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiiYTTo5xjswN03SC4GD49KHABvzIr-j_z6E9SwgY3N0SZviE4QI1GtbAcDxCA7sgCAGCjH32DAop44DD_AH8v8T6Jwx67dNOfFV3DRR1WQn7DgDb7I0m4Fc7SfV7Alsmjalk0N15tOMUaS/s400/2.5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464389872816002466" /></a><br />Tüm bu süreçte, yaşanan olayların arka planında aşkın hallerini de sorgulamayı ihmal etmiyor yönetmen. Katilin cinayet işleyecek kadar hastalıklı tutkusu, biricik eşi öldürülen kocanın sonsuzlaşan bağlılığı ve sorgu müfettişi Esposito’nun 25 yıl bitmeyen imkansız aşkı üzerine düşünmekten alamıyoruz kendimizi film boyunca. Federico Jusid ve Emilio Kuderer’in müzikleri, bu düşünsel sürece duygularımızın da coşarak eşlik etmesine büyük katkı sağlıyor. <br /><br />Bryan Singer’ın Usual Suspects/ Olağan Şüpheliler’i ve Neil Burger’ın Illusionist/ Sihirbaz’ının son dakikalarını andıran heyecan dolu final sahnesinde, yapbozun parçaları bir araya gelirken filmin nabzı gitgide yükseliyor ve sır düğümü çok etkileyici/ unutulmaz bir neticeyle çözülüyor. Daha önce de söylediğim ve tekrar altını çizecek olduğum gibi, tutku – geçmişle hesaplaşma – aşksız bir yaşamın imkansızlığı gibi konuları olay örgüsü üzerinden eşeleyen, görsel bir felsefi metin bana göre Gözlerindeki Sır. Ve filmin başında görüntüye giren hurda daktilonun eksik A harfi en sonunda aşkı büyük harflerle beyazperdeye yazarken, sinemanın sihirbaz yönetmenlerin elinde nasıl bir büyüye dönüşebildiğine bir kez daha tanık oluyoruz.<br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgy9Z5rRKrIt610z4GA2OgostLgWSqMKoNNT7mFbyy04PwVLi2Y9sl56-oqECqEvcP2Nviaynt2Dugbw6nnveQdJ67aMFnBw0RYN_GP70AdCx77_2YlqghUsXswvQcexs6BlKf0U_o1MB_V/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgy9Z5rRKrIt610z4GA2OgostLgWSqMKoNNT7mFbyy04PwVLi2Y9sl56-oqECqEvcP2Nviaynt2Dugbw6nnveQdJ67aMFnBw0RYN_GP70AdCx77_2YlqghUsXswvQcexs6BlKf0U_o1MB_V/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5464389648160518354" /></a>Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-11140036086811090902010-04-19T09:36:00.006+03:002010-04-19T09:42:33.733+03:00Aşk tahta oturunca kraliçeler de mutlu olur...The Young Victoria/ Genç Victoria<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdfi8H9ur9LTc19yZKM889a_6-B__sg8y-g8WKnex-_QJjFV39eKUZ3JbH0Ey5_O9fM5_ncWIOK9bwl4WRv679N7flfKyEw2QKykd87rMK0P2jlqTvfLtxXTcvvrX3zCx3UbbaqnAQtj7a/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 333px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhdfi8H9ur9LTc19yZKM889a_6-B__sg8y-g8WKnex-_QJjFV39eKUZ3JbH0Ey5_O9fM5_ncWIOK9bwl4WRv679N7flfKyEw2QKykd87rMK0P2jlqTvfLtxXTcvvrX3zCx3UbbaqnAQtj7a/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5461734345139971394" /></a> <br />Yön: Jean - Marc Vallee<br />Oyn: Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany, Miranda Richardson, Jim Broadbent<br /> <br />Tarihi öyküler söz konusu olunca, özellikle iş Victoria gibi efsaneleşmiş karakterlere uzanınca, çocukluk yıllarını prenses masallarıyla geçirmiş her kadın gibi benim için de akan sular duruyor sevgili okurlar… Hele bir de kişisel sinema serüveninizde dönem filmlerine karşı özel bir ilginiz varsa, etekleriniz zil çalarak koşuyorsunuz salona! Ancak Buckingham Sarayı’nın koridorlarında gezinmek, o görkemli elbiseleri, saç lülelerini, korseleri, ihtişamlı sofraları ve beyefendilerin hanımlar önünde reverans edişini görmek güzel olsa da, ne çok övülesi ne de fazla yerilesi, ortalama bir film The Young Victoria/ Genç Victoria. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlTyjHPZBXEuC_qtjd8FSZkIkbWNYyvMTddrRNsilDNxP8Zdv55oGrT918iW80XvDku1Q4mkuklJ0U_TV5vewJzBzCZQh-5F7OsBkRi85vUOikYcdb_RyRnEl73qz148WdKllhMGsJgg35/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 335px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlTyjHPZBXEuC_qtjd8FSZkIkbWNYyvMTddrRNsilDNxP8Zdv55oGrT918iW80XvDku1Q4mkuklJ0U_TV5vewJzBzCZQh-5F7OsBkRi85vUOikYcdb_RyRnEl73qz148WdKllhMGsJgg35/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5461734448431087330" /></a><br />Oysa daha büyük heyecanlara sürüklenmek, o yılların içinde savrulup sarsılmak gibi daha yüksek beklentilerim var benim dönem filmlerinden. Genç Victoria ise ne yazık ki böylesine bir etki yaratmakta kifayetsiz kalıyor. Dilerseniz nedenlerini sorgulamaya kamera arkasından başlayalım… Fransız asıllı Kanadalı yönetmen Jean – Marc Vallee’yi bol ödüllü C.R.A.Z.Y/ Çılgın (2005) filminden tanıyoruz. Senaryo ise Robert Altman’ın Gosford Park’ıyla akıllarımızda kalan Julian Fellowes’a ait. Bu aşamada; yönetmenin anlatımda bir ritim sorunu yaşadığını, tempoyu filmin bütününde korumakta güçlük çektiğini ve senarist Fellows’un ise kendisinden beklenen derinlik/ etkinliği bu kez yakalayamadığını peşinen söylemeliyim. <br /><br />Film, Kent Dükü ile Düşesi’nin kızları Prenses Victoria’nın doğumu ve çocukluk dönemine kısaca göz attıktan sonra, Victoria’nın Kraliçeliğinin ilk yıllarına yoğunlaşıyor. Genç kadının bu geçiş döneminde yaşadığı siyasi ve duygusal sıkıntılara, bağımsızlığını elde ediş mücadelesine ve bu süreçte aşka sarılarak var olma/ güçlenme öyküsüne odaklanıyor. Ancak problem şu ki, değindiği hiçbir temayı vurgulamakta ve dillendirmek istediği hiçbir büyük cümlenin altını çizmekte başarılı olamıyor film. Öyle apar topar neticeleniyor ki öykü, perde kararıp ışıklar yandığında damağınızda yarım kalmış bir tat duygusuyla irkiliyor ve yönetmenin adeta tüm çekim sürecini hedefini somutlaştırma sıkıntısı içinde geçirdiğini hissediyorsunuz.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUDRgSmw_gIHD5uYiHFH8D5QPsQfDRJZYZqHWSL2iCJj7W9dWComHOFd2CtVv7zHL_RI4Xny7B4B0vMq1QREJewzfPEpRXftyvJ1C7EPtDzgzQAl3PLj0wEZLE-MgGN_fnHTkK7qPdY5ne/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUDRgSmw_gIHD5uYiHFH8D5QPsQfDRJZYZqHWSL2iCJj7W9dWComHOFd2CtVv7zHL_RI4Xny7B4B0vMq1QREJewzfPEpRXftyvJ1C7EPtDzgzQAl3PLj0wEZLE-MgGN_fnHTkK7qPdY5ne/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5461734659256927090" /></a><br />Filmin en tatlı yanı, şüphesiz oyuncuları… Şu ana dek pek de sıcak bakmadığım Emily Blunt, olgunluk dönemi portresini Judi Dench (Mrs. Brown) ile hatırladığımız Victoria’nın gençlik/ toyluk dönemini ve Kraliçeliğe geçiş sürecini o baygın bakışları ve donuk ifadesiyle başarıyla canlandırıyor. Büyük aşkla bağlanıp hayatını birleştirdiği kuzeni, Almanya Prensi Albert rolünde Rupert Friend, geçen yıl Michelle Pfeiffer’la birlikte oynadığı Cheri/ Aşkım filminde olduğu gibi yine enteresan yüzüyle akılda kalıcı bir performans sergiliyor. A Beautiful Mind/ Akıl Oyunları’nın hayali karakteri ve The Da Vinci Code/ Da Vinci Şifresi’nin unutulmaz Silas’ı olarak kalplerimizi kazanan Paul Bettany’nin de, Victoria’nın akıl hocası Lord Melbourne karakterinde film bittikten sonra da tüm gerçekliğiyle bizimle yaşamayı sürdürdüğünü söylemeliyim.<br /><br />Son olarak… Yapımcıları arasında Martin Scorsese ve York Düşesi Sarah Ferguson gibi iki ilginç ismin bulunduğu Genç Victoria’nın en çekici yanlarından biri de müzikleri… Ilan Eshkeri imzalı tema, öykünün bütününe büyük bir ahenkle eşlik ediyor ve duyguyu güçlendirmekte önemli katkı sağlıyor. Her izleyiciye yüzde yüz salık veremesem bile, dönem filmlerine özel ilgi duyanlardansanız yine de görmenizde fayda var derim… İyi seyirler! <br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-30835594261859923682010-04-12T10:06:00.006+03:002010-04-12T11:24:50.146+03:00MODERN İNSANIN KORKULARINA GÜLMECE!Old Dogs/ İki Babalık<br /><br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPIbE1XkzD9CxlBJbvZlk4XZCc_F-sj1L5zwzE3L6a0L5rO6DbJzvzDieH3KGFpkUfArdqQiH18g8c_5H-Vl2-DCs7Vfy89anwLFiepSNEu3U_kQR1smEM2exgbpUm57x5IOARacuBcO_0/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 270px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgPIbE1XkzD9CxlBJbvZlk4XZCc_F-sj1L5zwzE3L6a0L5rO6DbJzvzDieH3KGFpkUfArdqQiH18g8c_5H-Vl2-DCs7Vfy89anwLFiepSNEu3U_kQR1smEM2exgbpUm57x5IOARacuBcO_0/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5459143987104228866" /></a><br />Yön: Walt Becker <br />Oyn: Robin Williams, John Travolta, Kelly Preston, Matt Dillon, Seth Green<br /><br />Sizlere eğlenceli bir film önerisinde bulunan neşeli bir yazı yazmanın hayaliyle, önceki gün Old Dogs/ İki Babalık’ı izlemek üzere heyecanla kuruldum koltuğuma. Ama filmin neredeyse ilk anından bu yana ne yazsam, nasıl anlatsam diye düşünüyor; bir yandan vicdanımı yoklarken diğer yandan kafamı toplamaya çalışıyorum. Şu ana dek ne kadar hissedilmiştir bilmem, ama sinemaya olan sevgim bazen sinema okumalarımın da duygusal tonda seyretmesine neden olabiliyor… Özetle, bire bir tercümeyle İhtiyar Köpekler adını taşıyan İki Babalık konusunda da benzer bir durum yaşıyorum.<br /><br />Filmin senaryosu David Diamond ve David Weissman’a ait. Yönetmen Walt Becker ise daha önce çektiği Van Wilder/ Kaçıklar Üniversitesi (2002), Buying The Cow (2002), Wild Hogs/ Çılgın Motorcular (2007) adlı filmlerle biliniyor. Kuşkusuz afişle ilk karşılaşmada İki Babalık’ın en büyük kozu oyuncuları... Yıllar yılı bildiğimiz, çok sevdiğimiz ve artık ailemizden birileri gibi olmuş John Travolta ve Robin Williams. Böyle isimler söz konusu olunca, filmin vaat ettiklerinden bağımsız, sırf sevdiklerimi görmek merakıyla gidebiliyorum sinemaya. Hatta bu bekleyişten heyecan duyuyor, kavuşma anından keyif alıyorum. Tabii film çok da büyük hayal kırıklığı yaratmıyorsa...<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEib4HpBgPV-pLJdZdjHWkx17gdEJ-8wki8NYj08-bXVJY-NYnjTCqbpe9gZ6FNEQaybxZlfVsY1yY9-8LH0Be-HSo9bWVsEObdgRFKzkXeyG0KT3mto0p5wpEM6NW7IoAhe2aXuSm0ROm3b/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 259px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEib4HpBgPV-pLJdZdjHWkx17gdEJ-8wki8NYj08-bXVJY-NYnjTCqbpe9gZ6FNEQaybxZlfVsY1yY9-8LH0Be-HSo9bWVsEObdgRFKzkXeyG0KT3mto0p5wpEM6NW7IoAhe2aXuSm0ROm3b/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5459144268634407410" /></a><br />Dilerseniz hayal kırıklığının boyutlarını anlatmaya konudan başlayalım. Charlie (John Travolta) ve Dan (Robin Williams) 50’li yaşlarını süren, ekonomik durumları gayet iyi, lüks muhitlerindeki modern evlerinde parlak bir hayat yaşayan, gezen tozan, tüketim toplumunun rahatı bulmuş insan profilinin genel teamülüne uygun olarak para – başarı – keyif üçgeninde düzenini kurmuş, eğlencesine bakan ve gerisini çok sorgulamayan, özellikle de Charlie karakterinin tasarımında zenginliğin ve işadamı olmanın o meşhur halleriyle, yani abartılı bir özgüven ve şımarıklık gibi sinir bozucu özelliklerle donanmış iki iş ortağı ve en yakın arkadaştırlar. Charlie hala aile olmak, birine bağlanmak gibi değerleri aşağılayıp çapkınlık peşinde koşarken, Dan ise naif bir karakter olarak yine de aşk ve romantizme daha yakın durmakta, hatta yıllar önce bir günlüğüne evli kaldığı eski eşi Vicky’yi (Kelly Preston) zaman zaman yad etmektedir. <br /><br />İşte tam bu sırada Vicky sürpriz bir haberle çıka gelir. Meğerse o bir günlük evlilik yedi yıl önce ikiz meyveler vermiştir ve şimdi Dan’in, biri kız diğeri erkek ufaklıklara 15 günlüğüne mukayyet olması gerekmektedir. Tahmin edeceğiniz üzere zorlu olaylar ve mücadeleler dizisi de gayet alışıldık ve standart biçimde böylece başlar. Aslında dizi sözcüğünün burada görünenden daha çok şey ifade ettiğini söyleyebilirim; çünkü zaten filmin ilk aksaklığı anlatımda bir akıcılık taşımaması ve toplamda art arda gelen bir skeçler dizisi gibi durması. <br /><br />Gelelim diğer tatsızlıklara… Genelde insanların klasikleşmiş korkuları üzerinden (evlilik, bağlanma vb. gibi) mizah yapma kolaylığına kaçan Amerikan komedi sineması, burada da iki erkeğin ihtiyarlığa yol alma endişesi ve bunlardan birinin de artık babalığa soyunma stresi üzerinde zuhur ediyor. Ve ne yazık ki konu/ yaklaşım gibi, espriler de tamamen demode ve senaryo son derece sürprizsiz. Senaryonun da ötesinde, filmin en büyük yetenek sorunu bana göre yönetmenin hanesine yazılacak.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6mBu0pRLxAjMbshnZda5LQAWM4MS1FuMF3C9JZ3yP1KrKUBcHwPvPhZFDlsFWrzPt_rPjOMSNUL01j3y0OHHUAAMIwV0buRUhTVf5E3fx3iCrDp4xRLh5yh6aFesSi_AT7fHCmBb8WtDx/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 265px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEj6mBu0pRLxAjMbshnZda5LQAWM4MS1FuMF3C9JZ3yP1KrKUBcHwPvPhZFDlsFWrzPt_rPjOMSNUL01j3y0OHHUAAMIwV0buRUhTVf5E3fx3iCrDp4xRLh5yh6aFesSi_AT7fHCmBb8WtDx/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5459144412079107170" /></a><br />Özetle kötü, kalitesiz bir komedi İki Babalık. Sonunda da aile olmanın önemi, hayatta manevi değerlerin işten ve paradan daha mühim olduğu gibi mesajlarla yine beylik bir bağlama yapıyor. Filmin iyi yanları var mı, derseniz… Çok önemli performanslar olmasa da Travolta ile Williams’ı görmek güzel. Bugüne dek fazla dikkatimi çekmeyen Seth Green’i, muhteşem ikilinin asistanı rolünde izlemek de hoşuma gitti. Özellikle asistanın gorille buluşmasına çok güleceğinize eminim; filmi olmasa da bahsettiğim sahneyi hemen Youtube’dan bulun ve izleyin lütfen… Ve son olarak, ikilinin bir Japon şirketiyle yaptığı iş görüşmesi sahnelerinin, gerek Amerikan gerekse evrensel düzeyde işadamı şaklabanlıklarını ve bir de Amerikan toplumunun Japon iş dünyası ve işadamı profiline nasıl baktığını içler acısı biçimde ortaya koyduğunu eklemek isterim. (www.tersninja.com’da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-47155516332676910132010-04-09T10:18:00.002+03:002010-04-09T10:20:22.154+03:00BIRAKIN 15 GÜN HAYAT SİNEMA OLSUN !Yılın en güzel zamanı. Hayır abartmıyorum, en azından kişisel olarak… Her bitişinde, yeniden gelişini beklemeye başlarım. Nedendir o anın içinde hissettiğim ya da olduğum şeye tutkum, hep düşünür dururum. Yanıtları, nedensel olasılıkları dizilir elbet bolca. İşte öykü böyle gelmiş böyle gider, 15 yaşımdan beri ben, her Festival bitiminde gelecek Nisanı beklemeye koyulurum.<br /><br />Evet şimdi ise henüz ilk günlerindeyiz, daha yeni başlıyor, başladı. Taksim Meydanı’ndan Beyoğlu sinemalarına doğru Festival afişleri eşliğinde süzülmek, bu işin meraklısına şenlik ateşlerinde yürümek gibidir, bilirim. Şüphesiz sinema hep var, filmler hep var… ama en çok sevdiğiniz şeye adanmış bir hayat diliminin tadı eşsizdir. Tüm dünya sinema olur o vakit. Zaman rutin yaşam döngüsünün buyruğundan sıyrılıp, bu filmden o filme ritmine boyun eğiverir. Saat ancak ışıklar söndüğünde ve yandığında tik tak eder. Hele de İstiklal Caddesi’nin bahar kokularına ve insan seslerine müptela bünyede, Festival bir zevkler kombinasyonu olarak kana karışıp bağımlılık olmuştur ezelden. Zamanı gelince canınız çeker. <br /><br />Ben o şanslılardandım ki, okulum Beyoğlu’nda olduğu için küçük yaşlarda uyandım Festival ve sinema gerçeğine. Dersi kırıp da kendimizi sokaklara attığımızda Emek’in, Atlas’ın kucağına düşüverirdik (Bu yılki en büyük kederimiz de Emek’imizin çalınmış olması). Sonra o Festival kitapçıklarını, rezervasyon kartonlarını ilk elimize alışımızda kendimizi önemli hissettik… Önemli, akıllı ve farkında. Bilmek istedik ve merak etmeyi öğrendik. Başka dünyaların içine girip çıktıkça, daha fazlası için iştahlandık. Ve sonunda bu hazla kavuşmamızı, hayatın en nadide zamanlarından bildik.<br /><br />Birkaç yıl önce Şakir Eczacıbaşı ile tanışıp iki dakika sohbet etme olanağı bulduğumda, hiç plansız şu sözler dökülüverdi ağzımdan: “İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı olmasa, bu şehir bu kadar yaşanası bir yer olmazdı”. Evet, yine abartmadığımı düşünüyorum. Onca filmi, konseri, oyunu izleyebilir miydik festivaller olmasa, emin değilim. Öyle unutulmaz anlar var ki kişisel Film Festivali tarihimde… Padre, Padrone/ Babam Oğlum için Taviani kardeşlerin Emek Sineması sahnesine çıkışını mı saysam… Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey/ 2001 Uzay Macerası’nı izlediğimde kendimi sinema adına zevkin doruklarında buluşumu mu… Tarkovski filmleriyle tanışmamı mı… Brian de Palma başyapıtı Dressed to Kill/ Öldürmeye Hazır’ın asansör sahnesinde sinemaya yeniden aşık olmamı mı… Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam ile edebiyat uyarlamalarının peşine düşüşümü mü… Bunuel karşısında yaşadığım şaşkınlığı mı… Antonioni ile hayatımın değişmesini mi… Fellini’ye doyuşumu mu… Abbas Kiarostami ile bambaşka bir yaşam ritmini keşfetmemi mi… The Princess and the Warrior/ Prenses ve Şövalye diye sürpriz bir filmle Tom Tykwer’ı bağrıma basışımı mı… Derek Jarman’ın Blue/ Mavi’sinde koltuğa yapışmamı mı…<br /><br />Açlık, yoksulluk ve işsizlikten kıvranan bir memleketin çocuğu olarak böyle cümleler kurarken bir nebze utanç duysam da, sanatın bize kattıklarına karşı boyun borcum olarak bu şımarıklığı üzerime almayı göze alıyor ve yüksek sesle söylüyorum: Hayat nasıl eksik olurdu, bu filmler olmasa! İşte yine bir bahar, yine Festival zamanı… Özlenen sevgiliye kavuşmak gibi. Sarılın bırakmayın onu, kanını emin, canını çıkarın, arsızca girin koynuna bir daha bir daha. Ben öyle yapıyorum… Erkenden atıyorum kendimi İstiklal Caddesi’ne. Önce avarelik ediyorum biraz, sevdiğim kafelerde gazetelerimi okuyor, karşılaştığım Festival dostlarıyla iki çift laf ediyorum. Sonra ışıklar sönüyor, zevkten bin kere ölüp ölüp diriliyorum. Size film önermek manalı mı, bilmem… Kendi filmlerinizi seçin, kendi Festival anılarınızı yaratın. Bırakın 15 güncük hayat sinema olsun, sinema hayat olsun ve her şeyi unutup siz de o filmin kahramanı olun! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-5642786220961203082010-04-05T09:47:00.006+03:002010-04-05T09:55:13.146+03:00GERÇEKÜSTÜ ALEMDE RUHLA RANDEVUThe Imaginarium of Doctor Parnassus/ Dr. Parnassus<br /> <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUnMmMq2hMqZCUOcIMaen-yMapAamCbSqsLcuYDvXXd36dsdUE7sdj5pB-LmmJ8eTD-fS-V7DxXsQQpSV4yxg-NiUGPFMTjUn6ApANAJr55qf-G5cSPfoB2DHLhyXVDMN4jWgXkiGziz4J/s1600/p1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 270px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgUnMmMq2hMqZCUOcIMaen-yMapAamCbSqsLcuYDvXXd36dsdUE7sdj5pB-LmmJ8eTD-fS-V7DxXsQQpSV4yxg-NiUGPFMTjUn6ApANAJr55qf-G5cSPfoB2DHLhyXVDMN4jWgXkiGziz4J/s400/p1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5456542250780778850" /></a><br />Yön: Terry Gilliam<br />Oyn: Heath Ledger, Christopher Plummer, Verne Troyer, Tom Waits, Andrew Garfield, Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrell<br /> <br />Uzun zamandır beklediğimiz bir film “The Imaginarium of Doctor Parnassus/ Dr. Parnassus”. Bekleyişimizde iki haklı nedenimiz var. Biri, geçen yıl kaybettiğimiz Heath Ledger’ın rol aldığı son film olması… Diğeri de, basından takip ettiğimiz yazılı ve görsel malzeme üzerinden, yönetmen Terry Gilliam’ın bu filmle ilk dönem çizgisine dönüş yaptığı yolundaki hissiyatımız. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh9K8qvGL6_Z9fvqDutAvCrXSdAMIhs_WAy10pqDcLeyYteN3Vu5Os6BksX6EfO5f7X19plnBcY6LRxVVis7DwAh2HEX4XZW0wEtEsyLx7ag966FLNL4NsZWEM7DH8cp-lhzSIXzFbVEeOc/s1600/p2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 203px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEh9K8qvGL6_Z9fvqDutAvCrXSdAMIhs_WAy10pqDcLeyYteN3Vu5Os6BksX6EfO5f7X19plnBcY6LRxVVis7DwAh2HEX4XZW0wEtEsyLx7ag966FLNL4NsZWEM7DH8cp-lhzSIXzFbVEeOc/s400/p2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5456542341550600562" /></a><br />Nihayetinde, merakımız ve bekleyişimizin boşa çıkmadığını söyleyebilirim. Önce yönetmen koltuğundan başlayalım… Gilliam hep bu dünya gerçekliğinin sınırlarını zorlayan ve başka alemler arayan acayip bir sinema adamı olmuştur, ama genç kuşaklar nezdinde en iyi ihtimalle 12 Maymun’la tanınır. 30’larını sürmekte olan ben, bizler ve yine sinemaya meraklı daha büyüklerimiz ise, örneğin Brazil’i İstanbul Film Festivali sayesinde izlemiş ve yönetmenin akıl haritasına daha eskilerden girme şansını yakalamışızdır. Bu anlamda Dr. Parnassus’un, öncelikle Gilliam’la bugüne dek fazla haşır neşir olmayanlar için, onun evrenine daha panoramik bakabilmek adına iyi bir fırsat sunduğunu ve yönetmene taze bir hayran kitlesi kazandıracağını düşünüyorum. <br /><br />Gilliam külliyatında Jabberwocky (1977), Time Bandits (1981), Brazil (1985), The Adventures of Baron Munchausen/ Baron Munchausen’in Maceraları (1988), The Fisher King/ Balıkçı Kral (1991), 12 Monkeys/ 12 Maymun (1995), Fear and Loathing in Las Vegas/ Las Vegas’da Korku ve Nefret (1998), The Brothers Grimm/ Çılgın Kardeşler (2005) gibi pek çok önemli film var. İşte Dr. Parnassus’da da Gilliam ‘90 öncesi çizgisine yaklaşıyor ve yine görsel olarak çok renkli, oyuncaklı bir düş dünyası yaratıp masalını anlatmaya başlıyor. Senaryoyu Brazil ve Baron Munchausen’deki iş ortağı Charles McKeown ile birlikte kaleme almışlar. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHfRLOctxV3fPUcsMi6QsZLggl7Nz5zsp4GT2SjrthtBIGZW7fjcxUi_k8aK83vGavcSv3lblhz0QR6G8S4vAJgJI9y-wF1WaZ4goukNNe2jumAaTTL_bXcZVfOpSU2QLp0RE_lArQ5jbe/s1600/p3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgHfRLOctxV3fPUcsMi6QsZLggl7Nz5zsp4GT2SjrthtBIGZW7fjcxUi_k8aK83vGavcSv3lblhz0QR6G8S4vAJgJI9y-wF1WaZ4goukNNe2jumAaTTL_bXcZVfOpSU2QLp0RE_lArQ5jbe/s400/p3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5456542959393877586" /></a><br />Dr. Parnassus ve gezici tiyatro kumpanyası, panayır yerlerinden süpermarket otoparklarına, buldukları boş köşeleri tutuyor ve bir avuç izleyiciye gösterilerini sergileyerek ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ve oyun, başlangıç parolasını net biçimde veriyor: “Burada, sıradan olanın dışındakiyle karşılaşacağın için, ruhunu hiçbir yere götüremezsin!”. Dr. Parnassus’un aynasından geçenler, hem en büyük hayallerinin gerçek olduğu hem de ruhlarındaki karanlıklarla yüzleştikleri bir fantezinin içinde buluyorlar kendilerini. <br /><br />Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde “saf sezgi” olarak tanımladığı imaginarium kavramının içini doldurmak öyle kolay iş değil tabii… Yönetmen aynanın ardındaki fantastik dünyada Commedia dell’arte, Budizm, Viktorya dönemi, Alice Harikalar Diyarında, tarot ve modern tüketim toplumundan sunduğu motiflerle adeta insanlığın milyon yıllık belleğinin ve bilinçaltının dökümünü yaparken, şüphesiz hayalgücünün zaferi de sıkı bir alkışı hak ediyor (tabii Gilliam’ın 90’ların ikinci yarısından bu yana birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Nicola Pecorini de!). Ve kişisel olarak, bu dünyada Dali’den derin izler bulduğumu itiraf ediyorum.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWqnWaKC4XGnDTjsWLP-UOANx3-5LHRgjl1E4vkHIMU6VDtXW2g5djfFzL5rv2in3dPAlqgrFiRJjuhU1cwGvyfWggVORxkkPVm11lhems4G2IEgXaba2zm2NyNnVIyhKNaV5Aq1fToRl3/s1600/p4.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 304px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgWqnWaKC4XGnDTjsWLP-UOANx3-5LHRgjl1E4vkHIMU6VDtXW2g5djfFzL5rv2in3dPAlqgrFiRJjuhU1cwGvyfWggVORxkkPVm11lhems4G2IEgXaba2zm2NyNnVIyhKNaV5Aq1fToRl3/s400/p4.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5456543079982471522" /></a><br />Öykünün içindeki trajedi ve ahlaki denklem, bin yaşındaki Parnassus’un (Christopher Plummer) yüzyıllar önce ruhunu şeytana (Tom Waits) satarak ölümsüzlüğe kavuşmuş olması ve bu anlaşmayla biricik kızı Valentina’yı (Lily Cole) 16. yaş gününe geldiğinde, yani şimdi şeytana söz vermiş olması… Bu kaosun içindeki davetsiz yeni misafir ise, bir gece ölümden kurtarıp aralarına aldıkları ancak şeytana karşı verdikleri umutsuz mücadelede kumpanyanın kurtarıcısı olacak gibi görünen, sözde belleğini yitirmiş esrarengiz yabancı, beyazlar içindeki Tony (Heath Ledger). Tabii böyle bir masalda kahramanlık biçtiğiniz karakterlere geçmişlerinde yapılmış ciddi ahlaki hatalar yüklemek, ancak Gilliam gibi bir ustanın cesur ellerinde mümkün. Yönetmen, Dr. Parnassus’ta bir düşgücünü kutsama ve insanlığa hayatın tılsımını hatırlatma denemesine soyunurken, alt metinde de hayattaki seçimler ve seçim yapmanın felsefesini kurcalıyor. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgj2nMWr3c9_4VOvvYerKNeH-xqr3zNvRSEHXAcSxg3b5tncnyQaRRPstFORO1kD3N75hbKo7YvUZYPxbBDZn00U0eAoc6BgLJNjE2rRWmtDy_dYwBp375Wca4UBI8O_cYsa8Z3p5kkAdRs/s1600/p5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 222px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgj2nMWr3c9_4VOvvYerKNeH-xqr3zNvRSEHXAcSxg3b5tncnyQaRRPstFORO1kD3N75hbKo7YvUZYPxbBDZn00U0eAoc6BgLJNjE2rRWmtDy_dYwBp375Wca4UBI8O_cYsa8Z3p5kkAdRs/s400/p5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5456543184784207282" /></a><br />Son olarak, yazının girişinde bu filmi merakla bekleyişimizin nedenleri arasında saydığım, Heath Ledger’in son performansı olması konusuna gelince… Evet, oyuncu erken kaybının gerçeğiyle izleyiciyi bir kez daha sarsıyor ve ardında kendine yakışır bir hatıra bırakıyor. Çekimler sürerken aramızdan ayrılmış olması, canlandırdığı Tony karakterinin farklı katmanlarına tekabül edecek biçimde Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrell’ın yüzleri kullanılarak yönetmen tarafından dahiyane bir çözümle telafi edilmiş ve bu isimlerin varlığı filme ayrı bir renk katmış. Oyunculardan dem vurmuşken, Tom Waits’i şeytan rolünde izlemenin hayranları için büyük keyif olduğunu da hatırlatmak isterim! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgR_AXDiJ4sDpBAV5jpEY1v4qMW9CItO2e-g7k1RbE-TeDl-0IoGhVHPXQgRw45v7ynNTcpylEflfMwOWsTFhkXAYZSkUnFs9-RAEAuaO_xMOqena3zb2TSsrYtyucYjLUelFsKkzFyRnYO/s1600/p6.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 241px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgR_AXDiJ4sDpBAV5jpEY1v4qMW9CItO2e-g7k1RbE-TeDl-0IoGhVHPXQgRw45v7ynNTcpylEflfMwOWsTFhkXAYZSkUnFs9-RAEAuaO_xMOqena3zb2TSsrYtyucYjLUelFsKkzFyRnYO/s400/p6.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5456543282697666898" /></a>Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-289574519930286182010-03-29T14:21:00.010+03:002010-03-29T14:35:37.242+03:00BİR İLİŞKİ VE EBEVEYNLİK ÜTOPYASI...Away We Go/ Uzaklara Gidelim<br /> <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwzznZytaJEjtv-x2yeDAChJOam3QMHFg9MebwFmzckUZ1eeblobYgmEAJinyyOupsEgvfCsWgSa_nTjGzWcf6fJJvUHA5x5R-3JWHPVTUkP27gH-MnJWw2AKk1cOym4fR-A5NmGfjVyuA/s1600/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 259px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwzznZytaJEjtv-x2yeDAChJOam3QMHFg9MebwFmzckUZ1eeblobYgmEAJinyyOupsEgvfCsWgSa_nTjGzWcf6fJJvUHA5x5R-3JWHPVTUkP27gH-MnJWw2AKk1cOym4fR-A5NmGfjVyuA/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454014484427208178" /></a><br />Yön: Sam Mendes<br />Oyn: John Krasinski, Maya Rudolph, Carmen Ejogo, Catherine O’Hara, Jeff Daniels, Maggie Gyllenhaal<br /> <br />2000 yazında bir pazar akşamı 6. His ve Amerikan Güzeli’ni art arda izlediğimde, hem sinemaya olan iştahım iyice artmış hem de gelecek yıllarını merakla beklediğim iki yeni yönetmenle tanışmıştım. 24 yaşındaydım; her iki film de o zamana göre oldukça farklı, yenlikçi ve şaşırtıcı birer sinema deneyimi sunuyordu benim için. Hele de Amerikan Güzeli… Öyküsü, anlatım dili, ritmi beni bir anda kavrayıvermiş ve yönetmen Sam Mendes kimdir, nedir diye meraklanmaya başlamıştım bile. On yıl önce bir dahi olduğunu düşündüğüm genç İngiliz’le tanışmamız işte böyle cereyan etti. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjN_uKFPmJk3330zJ83PYdksZrp_wDSAnIpd-YgajGvdzdjq8mFzdpAkLmwmKjvJ2hvxVOAv4NmheNKzAWDaL3IofxFnnVK5oP70Xb0fIYxzEcpbNFdpktQiKMmvubp9Sn6y-lKfMwLgc2E/s1600/sam.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 203px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjN_uKFPmJk3330zJ83PYdksZrp_wDSAnIpd-YgajGvdzdjq8mFzdpAkLmwmKjvJ2hvxVOAv4NmheNKzAWDaL3IofxFnnVK5oP70Xb0fIYxzEcpbNFdpktQiKMmvubp9Sn6y-lKfMwLgc2E/s400/sam.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454016061916203394" /></a><br />Beni heyecanlandıran bir yönetmen daha girmişti artık hayatıma. 2002 yılında gelen ikinci filmi Road to Perdition/ Azap Yolu’nda, Amerikan Güzeli’nden farklı olarak mizahı rafa kaldırmış, derdini daha ağdalı bir dille anlatan, daha karanlık, ciddi ve ağır bir Mendes vardı karşımızda. Ardından 2005’te Jarhead ve 2008’de Revolutionary Road/ Hayallerin Peşinde geliyordu ki, keza bu sonuncu filmde de mizahla yollarını ayırmış, daha olgun ve ciddi hali keskinleşiyordu yönetmenin. <br /><br />Aradan geçen yıllarda, kendisiyle ilgili dahi tanımlamam geçerliğini yitirdi ama yine de o hala sevdiğim yönetmenlerden biri. Hatta Away We Go/ Uzaklara Gidelim, Mendes’in belki de bugüne dek çektiği en küçük ve iddiasız film olmasına rağmen… Evet, senaryosu Dave Eggers ve Vendela Vida tarafından kaleme alınan Uzaklara Gidelim bir yol filmi ve durum komedisi olarak tanımlanabilecek sevimli bir yapım. Film, belli ki sermaye düzenine muhalif, daha alternatif bir yaşamı benimsemiş, sıra dışı ve hafiften entelektüel bir çiftin ilk bebeklerini karşılama sürecini anlatıyor. Bu güzel haberi alan çift, bebekleri için uygun bir yuva ve doğru ebeveyn modelini tespit etmek üzere, arkadaşlarından akrabalarına uzanan bir ziyaretler dizisine başlıyorlar. Ve tabii bu sırada hayat, hayat vermek, anne baba ve aile olmak gibi konuları sorguladıkları, yer yer sarsıcı yer yer keyifli, çetin bir süreçten geçiyorlar.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJbUOiVvCdcGspw2JhskwFu-yiubX75FQEZIAZVumrvm6Zi1AqBCRfGD_iFkvAahqrTKgRnh4nQlZTxsPyn1CKWKs92pftKyxnuJIc7iS4icdD-TBU9r2ugSedFb2AJmUswVpniXILx2iD/s1600/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhJbUOiVvCdcGspw2JhskwFu-yiubX75FQEZIAZVumrvm6Zi1AqBCRfGD_iFkvAahqrTKgRnh4nQlZTxsPyn1CKWKs92pftKyxnuJIc7iS4icdD-TBU9r2ugSedFb2AJmUswVpniXILx2iD/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454016247024086626" /></a><br />Peki bir sorun var mı? Hayır bir sorun yok, ama alkışlanacak ya da tekrar izleme arzusu uyandıracak bir iş de yok önümüzde. Yönetmen, Uzaklara Gidelim’de tıpkı Hayallerin Peşinde’de olduğu gibi yine ilişkilerinde değişim sürecinden geçmekte olan bir çiftin öyküsüne çeviriyor kamerasını. Oysa ben hala Mendes’den, Amerikan Güzeli’nde olduğu gibi beni şaşırtmasını, yine zekice bir meseleyle ve o meseleyi hınzır bir biçimde anlatarak karşımıza çıkmasını istiyorum. Uzaklara Gidelim çift olmanın ve bir ilişkiyi yürütmenin, hayatı birlikte geçirmenin güçlükleri ve bu güçlüklerle nasıl baş edildiği konusunda birtakım klişeler üzerinde gidip geliyor. Üstelik çiftimiz bazen bu konularda öyle rafine diyaloglara giriyorlar ki, gerçek hayatta işlerin pek de böyle yürümediğine dair çığlıklar atmaya başlayan iç sesimiz doğrudan filmin inandırıcılığını sorgulatıyor bize. <br /><br />Çiftin kendi egolarını kontrol edip sevgiyi bir üst değer olarak koruma ve uzlaşabilme hali gerçekten baştan çıkarıcı, ama ne yazık ki belli yaşam deneyimine sahip yetişkinler olarak ziyadesiyle ütopik geliyor insana. Bence bu filmin en tatlı yanı oyuncuları… Gerçek hayatta “Gel de sen şimdi bu işin içinden çık” dedirtecek o bunaltıcı süreçleri, anları öyle gerçeküstü bir sevimlilik haliyle çözümlüyorlar ki, bu çiftin hem erkek hem de kız tarafı birer masal kahramanı gibi kalıyor aklımızda. Adam, ironik şişe dibi gözlüklerinin ardından müthiş bir olgunlukla kadını sarmalayan hali, kadın ise güçlü, bağımsız ve ilişkideki dominant tavrıyla son derece başarıyla çizilmiş iki karakter oluşturuyorlar. Yan oyuncularda da marijinal hippi anne rolündeki Maggie Gyllenhaal, Oscar’a aday olduğu Çılgın Kalp’tekinden çok daha akılda kalıcı bir performans sergiliyor.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhADgFLEmw7Yiotz-X55vD3Fsgbpj9W6xwaUczC_yMZkj69SF6QH_UtZoVSlK-ZBSlUzVnoErnhcvEtJX6BdgH8qnfVwM5Yw-89_cVKXTvAQpzX57WrIJTO-UyjMxfHQokjbMPeaItmvZjA/s1600/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 225px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhADgFLEmw7Yiotz-X55vD3Fsgbpj9W6xwaUczC_yMZkj69SF6QH_UtZoVSlK-ZBSlUzVnoErnhcvEtJX6BdgH8qnfVwM5Yw-89_cVKXTvAQpzX57WrIJTO-UyjMxfHQokjbMPeaItmvZjA/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5454016424395536402" /></a><br />Özetle… Mendes, Uzaklara Gidelim’le yeniden mizaha göz kırpsa da, Amerikan Güzeli gibi sıra dışı ve ses getirecek bir film sunamıyor bize. İzlediğimiz karakterleri seviyor ve bu yolculuk boyunca oldukça eğleniyoruz, ancak ilişkinin inandırıcılığı konusunda yaşadığımız sorun finalde iyice perçinleniyor ve bence film en büyük açığı da bu noktada veriyor. Çifti son kararlarına götüren düşünsel süreci, bu geçişin alt metnini irdelemekte yetersiz kalan film, nasıl sona vardığını anlayamadan perdeden kaybolup gidiyor aniden… (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır).Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-90754717968362565492010-03-22T21:11:00.006+02:002010-03-23T12:50:47.280+02:00HİPPİ ASKERDEN İÇTİMADA MEDİTASYONThe Men Who Stare at Goats/ Özel Kuvvetler<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5k4ca6hotB7vVc7Twotv9TLm3huNsOv4EltjriUePwm_qt98Bg6X6TGfr6j-zGEp2Gk6gRDvHX4NkthjO2i4A2t_vJ0syTF2dtheFqIMoChDuv0ar0g2rwObfnx9n0SSndG3F-QUQ3kbk/s1600-h/m.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 270px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg5k4ca6hotB7vVc7Twotv9TLm3huNsOv4EltjriUePwm_qt98Bg6X6TGfr6j-zGEp2Gk6gRDvHX4NkthjO2i4A2t_vJ0syTF2dtheFqIMoChDuv0ar0g2rwObfnx9n0SSndG3F-QUQ3kbk/s400/m.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5451538671624305410" /></a><br />Yön: Grant Heslov<br />Oyn: George Clooney, Jeff Bridges, Ewan McGregor, Kevin Spacey<br /><br />Bu hafta Özel Kuvvetler adıyla vizyona giren The Men Who Stare at Goats, bire bir Türkçeye çevrildiğinde Keçilere Gözlerini Dikip Bakan Adamlar gibi bir başlıkla karşımıza çıkan ve gerçekten adı kadar absürt bir antimilitarist komedi. Ama bu söz bolluğu sakın sizi yanıltmasın… Uzaktan enteresan görünse de Özel Kuvvetler’in çok cazip ve başarılı bir film olduğu söylenemez.<br /><br />Yönettiği kısa metraj filmler ve tv dizileri de bulunan ama daha çok oyuncu kimliğiyle tanıdığımız Grant Heslov, 2002’de çektiği Par 6 adlı komedinin ardından Özel Kuvvetler ile sinemada ikinci kez uzun metrajı deniyor. Aslında Heslov ile Clooney arasındaki işbirliği çok yeni değil. Heslov, ünlü oyuncunun 2005’te yönettiği Good Luck and Good Night/ İyi Geceler ve İyi Şanslar’ın senaryosunu yazmış ve hatta bu çalışmasıyla en iyi özgün senaryo dalında Oscar’a aday gösterilmişti. Özel Kuvvetler ise, Amerikalı muhabir Jon Ronson’ın 2003 yılında Irak savaşında iliştirilmiş gazeteci olarak bulunduğu dönemi anlatan kitabından, Peter Straughan tarafından senaryoya aktarılmış.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwqj5d7YbtQGOUx9RwoDrciyZJyrHzK05J2H9iisNKTObEgUeJwSnlVEjRG0N2YX3ganjvJ5MQmcBcmICs_EI9eTcNaHXEdjbCOo8YBoCu66mRo49qyA29oIjyVj_KMsax8xtPbMvJ56eN/s1600-h/m1.5.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwqj5d7YbtQGOUx9RwoDrciyZJyrHzK05J2H9iisNKTObEgUeJwSnlVEjRG0N2YX3ganjvJ5MQmcBcmICs_EI9eTcNaHXEdjbCOo8YBoCu66mRo49qyA29oIjyVj_KMsax8xtPbMvJ56eN/s400/m1.5.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5451538921986388050" /></a><br />Daha ilk andan kamera açıları, renkleri, diyalog stili ve anlatıcıya dayalı iletişim biçimiyle Coen Kardeşleri anımsatan film, Irak savaşını izlemek için yollara düşen muhabirimizin (Ewan McGregor) Kuveyt sınırından ülkeye giriş çabalarıyla başlayıp, 80’lerde Amerikan ordusunun içinde kurulmuş çok özel ve sıra dışı bir askeri birliğe uzanıyor. Muhabir, Kuveyt’te kaldığı otelde eski bir askerle (George Clooney) tanışıyor ve bu ikilinin birlikte yaptıkları Irak yolculuğu sırasında gelişen diyaloglar/ olaylarla, biz de meşhur Jedi Projesi’ne vakıf oluyoruz.<br /><br />“Süper güçleri olan bir süpergüç yaratmak” fikri üzerine kurulmuş projenin öyküsü şöyle… Vietnam savaşı sırasında ölümden ve şiddetten nefret eden asker (Jeff Bridges), sevgi ve barış adına ordudan ayrılıp bir New Age harekete katılıyor. Burada altı yılını birlikte geçirdiği hippilerden feyiz alarak, yeni bir askeri formatın hayallerini kurmaya başlıyor ve projesini hayata geçirmek üzere orduya geri dönüyor. Ve sonuçta; birbirlerine kurşun atmak yerine çiçek uzatan, dans eden, meditasyon yapan, kafayı bulan, saçlarını ören bir Yeni Dünya Ordusu çıkıyor ortaya. Ruhani eğitimden geçiyor, zihinlerini boşaltıp psişik güçlerini geliştirmeyi öğreniyorlar. Silahlarla değil akıllarıyla savaşıyor, düşmanın zihnine giriyor, psişik güçleriyle insanları etkisiz hale getiriyor, görünmez oluyor, duvarlardan geçiyor, bir bakışlarıyla keçileri öldürüveriyorlar! Onların hepsi birer medyum casus, süper asker, Jedi savaşçısı… Ancak Irak savaşı dönemine geldiğimizde aynı birimi, kötü adamın (Kevin Spacey) ellerine düşmüş ve eskisinden çok farklı, zavallı bir halde görüyoruz.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7X_6bue4d22pgvOCsfAB_KybcTMEkHcj2t_NmJn_MAb4FQRcSHAsuJAgNIo7LvFY9RGhGVoaHkDM2MmfNnwDhktlpk0mbqSSkeFzGpbAK4FgiVuSrLeHe0KsPVA8Fl4RjkrOwD4aNM7Wt/s1600-h/m2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 304px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7X_6bue4d22pgvOCsfAB_KybcTMEkHcj2t_NmJn_MAb4FQRcSHAsuJAgNIo7LvFY9RGhGVoaHkDM2MmfNnwDhktlpk0mbqSSkeFzGpbAK4FgiVuSrLeHe0KsPVA8Fl4RjkrOwD4aNM7Wt/s400/m2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5451539189867044434" /></a><br /><br />Askerlik gibi ciddiyet ve disiplin timsali bir müessese mizahla buluşunca, ister istemez absürt/ komik bir malzeme çıkıyor ortaya. Ancak tür, tema ve kadro itibariyle oldukça çekici görünen bu film, ne yazık ki beklentilerimizi karşılamakta yetersiz kalıyor. Yol filmi ve antimilitarist komedi niteliğindeki Özel Kuvvetler; ordunun kötü yönetilmesi ve kaynakların boşa harcanması gibi konulara eleştiri getiriyor, zaman zaman güldürmeyi ve izleyicide sıcak duygular uyandırmayı başarıyor, ama bütüne baktığımızda derdini anlatmakta zayıf ve odaksız bir öykü sunuyor izleyiciye. Aslında ustaca işlendiğinde bir komedi tufanına dönüşebilecek bu sağlam malzeme ne yazık ki perdeden usulca kayıp gidiyor. Ve toplamda, güzel ama öksüz kalmış bir fikir ile hiç iz bırakmayan kötü bir film kalıyor geriye…<br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-40928972459779366142010-03-18T14:42:00.005+02:002010-03-18T14:49:03.208+02:00AKLIN LABİRENTİNDE ZİNDANA VURULMAKShutter Island/ Zindan Adası<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNzwOUkdwjQXA-UXPQJ45IZBzdCpN4n5jzyBOV2agqqZMjmT3P7CMlJXyqcUnHR5NfKBIXLl-WcdjZ3DGMXe4kcQ0CHBq2qEsxG6kJOjvIZ2DSgJJncOPNWdEolsHujvbMMeh9MuvPE75V/s1600-h/s1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 266px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhNzwOUkdwjQXA-UXPQJ45IZBzdCpN4n5jzyBOV2agqqZMjmT3P7CMlJXyqcUnHR5NfKBIXLl-WcdjZ3DGMXe4kcQ0CHBq2qEsxG6kJOjvIZ2DSgJJncOPNWdEolsHujvbMMeh9MuvPE75V/s400/s1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449954004728096050" /></a><br />Yön: Martin Scorsese<br />Oyn: Leonardo Di Caprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Max von Sydow<br /><br />Gel de söyleme… İşte böyle olur ustaların filmi! Daha ilk anlardan, gemi adaya doğru yol alırken, biz o geminin içinden çoktan Zindan Adası’na girmiştik sevgili okurlar. Evet Martin Scorsese’nin yeni çalışması Shutter Island/ Zindan Adası, dönüp tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran filmlerden… Bana göre bir başyapıt. <br /><br />Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz, demişler. Scorsese zaten yaşayan bir efsane… Usulen saymaya kalksak, en iyilerle özetleyelim desek yine koca bir liste çıkıyor karşımıza: Mean Streets (1973), Alice Doesn’t Live Here Anymore/ Alice Artık Burada Oturmuyor (1974), Taxi Driver/ Taksi Şoförü (1976), New York New York (1977), Raging Bull/ Kızgın Boğa (1980), The Color of Money/ Paranın Rengi (1986), The Last Temptation of Christ/ Günaha Son Çağrı (1988), Goodfellas/ Sıkı Dostlar (1990), Cape Fear/ Korku Burnu (1991), Gangs of New York/ New York Çeteleri (2002), The Aviator/ Göklerin Hakimi (2004), The Departed/ Köstebek (2006).<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQxWV1bGbDSz5-aLala4TQDJ0XFJL0hhprGdW-mEssr5vkpdNmagmmojg6X2bXSmHM57KEkJj2_SphfcEVbohq6c6QRE6zbzRY6FrqAgIHxQojjgSA8SXOWeoTF2ElDXUh1uCnZtY9fzA3/s1600-h/s2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQxWV1bGbDSz5-aLala4TQDJ0XFJL0hhprGdW-mEssr5vkpdNmagmmojg6X2bXSmHM57KEkJj2_SphfcEVbohq6c6QRE6zbzRY6FrqAgIHxQojjgSA8SXOWeoTF2ElDXUh1uCnZtY9fzA3/s400/s2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449954137496538642" /></a><br />Ve Zindan Adası’nda, dördüncü kez başrol koltuğuna Leonardo Di Caprio’yu oturtuyor Scorsese. Genel bir yorumla başlayıp, ardından detaya girelim, çünkü söyleyecek çok söz var. İyice kendini geliştiren Di Caprio başta olmak üzere, tüm oyuncular şiir gibi bir performans çıkarıyorlar. Hele de Ben Kingsley ve Max von Sydow’u iki kıdemli doktor olarak izlemek pek keyifli. Filmin asıl gücü ise atmosferinden geliyor. Zindan Adası belki de yönetmenin bugüne dek çektiği, görsel açıdan en zengin filmlerden biri. <br /><br />Evet film daha ilk andan geminin Zindan Adası’na doğru son derece gizemli ilerleyişi, adanın uzaktan o karanlık, etkileyici görüntüsü, Di Caprio ve Ruffalo’nun canlandırdığı iki polisin şapkaları, pardösüleri, keskin bakışları, en karizmatik halleri, sıkı diyalogları ve fondaki ürpertici müzikle izleyiciyi içine alıyor. Diğer yandan, Scorsese’nin bu filmle Hitchcock’a bir selam çaktığını da düşünmüyor değilim. Zira son ana dek çözülmeyen sır düğümü, bu düğümün katman katman irdelenişi, filmin bütününe yayılan gizem duygusu ve bu gizemin adeta tüm karakterlerde ölüm soğukluğuyla her an hissedilmesi, adresi netleştirmiş. Süpervizörlüğünü Robbie Robertson’ın yaptığı film müziği de, özellikle Gustav Mahler, Brian Eno, Alfred Schnitkke, John Cage seçkileriyle atmosferi iyice güçlendiriyor.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfywgrYAH8BGjxQDSYl-zfbQlLe3w7X8_qVPyV7HonunNrmI9GOooOv5M58VZftMxS63fbKy8M16mVKah2dSIqZO7QA1BuyyMBY5G6OyMwgHE5HUBQ1FmcTDOF2xbCW6FH3plceTR20UB6/s1600-h/s3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 223px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgfywgrYAH8BGjxQDSYl-zfbQlLe3w7X8_qVPyV7HonunNrmI9GOooOv5M58VZftMxS63fbKy8M16mVKah2dSIqZO7QA1BuyyMBY5G6OyMwgHE5HUBQ1FmcTDOF2xbCW6FH3plceTR20UB6/s400/s3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449954264775132098" /></a><br />Zindan Adası, daha önce de Mystic River/ Gizemli Nehir ve Gone Baby Gone/ Kızımı Kurtarın adlı yapıtları sinemaya aktarılan yazar Dennis Lehane’in aynı adlı romanından Laeta Kalogridis tarafından senaryolaştırılmış. Ancak Zindan Adası’nın diğer iki yapıta göre çok daha derin ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söylemek gerek. 1950’lerde geçen filmin izleyiciye sunduğu ilk öykü, iki polisin kaybolan bir hastanın soruşturmasını üstlenmek üzere Zindan Adası’na gelişleri... Fakat gerçeklik çok geçmeden dönüşmeye; odağını, temasını ve hedeflerini değiştirmeye başlıyor. Paralel olarak, aklımız da filme dair yeni sorular türetmeye koyuluyor tabii: Acaba izlediklerimiz gerçek mi, yoksa kaybolan hasta hikayesi sadece iki polisi adaya çekmek için kurgulanmış bir araç mı? O da nesi? Yoksa tüm gördüklerimiz kahramanın bilinçaltı süreçlerinden mi ibaret, her şey kahramanın aklında mı olup bitiyor? Ya da bir adım ötesinde, aslında kahraman olarak izlediğimiz kişi bambaşka biri mi ve tüm gördüklerimiz, onun asıl kimliğini ortaya çıkarmak üzere tasarlanmış bilimsel bir düzenek mi?<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQf2tmRkp4eWRnt8s_DSW5L6XA6wsYQmeZHZk9UUB2BajCcNiuwFyz4VTHGPjzKDpU9o3qewl6Udy9aDz9LvIIHYq-1XRhzikpmGe5bjrJoxEQuyW91OPToL6cQ59_xBqDS4Qf1cR0nn-S/s1600-h/s4.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 230px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjQf2tmRkp4eWRnt8s_DSW5L6XA6wsYQmeZHZk9UUB2BajCcNiuwFyz4VTHGPjzKDpU9o3qewl6Udy9aDz9LvIIHYq-1XRhzikpmGe5bjrJoxEQuyW91OPToL6cQ59_xBqDS4Qf1cR0nn-S/s400/s4.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449954434079159922" /></a><br />İlk andan itibaren film gizemini koruyor ve son ana kadar gerçeğe kavuşmamıza izin vermiyor. Malum, ada kavramı, zihin labirentinin şahane bir metaforu olarak ve yarattığı “kapalılık/ izole edilmişlik” duygusuyla zaten her zaman çok gizemli bir malzeme. Bu noktada Michelangelo Antonioni’nin, adada kaybolan arkadaşlarının peşine düşmüş bir grup insanın öyküsünü anlatan son derece sinir bozucu filmi L’Avventura (Macera) geliyor akıllara. Kahramanız Di Caprio, dünyaya düşmüş Küçük Prens misali sürdürdüğü ada yolculuğunda, karşısına çıkan her yeni karakterde yeni bir bilgiye ulaşıyor ve bu bilgiler filmin rotasını sürekli değiştiriyor. Geçmişle köprü kuran, görsel değeri oldukça yüksek düş ve halüsinasyon sahneleri de duyguyu güçlendirmekte önemli rol oynuyor. <br /><br />Scorsese, Zindan Adası’nda, izleğini suç ve suçlu temasından hafifçe kaydırıp, Korku Burnu ve Taksi Şoförü’nde olduğu gibi zayıflamakta/ kaybedilmekte olan zihin yetisine yaklaştırıyor. Bu çerçevede şiddet/ insanın özünde var olan şiddet temalarına da yer yer değiniyor. Filmin tek sorunu, ortalardaki bir takip bölümünde ritmin hafifçe düşmesi ve akışın ağırlaşması. Ama inanın, hiç önemli değil. Bu çok özel deneyimi yaşamak için arada azıcık kasvete değer. Kara film geleneğini referans alan, kendine özgü bir evren yaratmayı başarmış, görsel zenginliği, oyuncu performansları ve müthiş gizemli atmosferiyle başyapıt sayılabilecek bu çok önemli psikolojik gerilimi kaçırmamanız tavsiyesiyle… <br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-33449932311697123892010-03-18T14:36:00.006+02:002010-03-18T14:41:24.334+02:00VİSKİMİ ÇAKARIM, OSCARIMI ALIRIM !Crazy Heart/ Çılgın Kalp<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7-L7v376mEWpSSUfFqRE-xjXaj1srTf5YznBQBrqgP68fE6Bwu8wm9NKCm4NgOwxjQIcbdk26MyW36rXC7uNnZU25Pl_9WmsUTjGPWYC2oaF-WXtkZxzt43L8qSo5uysPUqEPyGyVhoo2/s1600-h/c1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 272px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEi7-L7v376mEWpSSUfFqRE-xjXaj1srTf5YznBQBrqgP68fE6Bwu8wm9NKCm4NgOwxjQIcbdk26MyW36rXC7uNnZU25Pl_9WmsUTjGPWYC2oaF-WXtkZxzt43L8qSo5uysPUqEPyGyVhoo2/s400/c1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449952269160246642" /></a><br />Senaryo - Yön: Scott Cooper<br />Oyn: Jeff Bridges, Colin Farrell, Maggie Gyllenhaal, Robert Duvall<br /><br />En iyi erkek oyuncu dalında Jeff Bridges’e Oscar ödülünü kazandıran Crazy Heart/ Çılgın Kalp bu hafta gösterimde sevgili okurlar… Arada unuttuklarım varsa şimdiden affınıza sığınıyorum; ama şunu peşinen söylemeliyim ki, 1995 yapımı Mike Figgis filmi Leaving Las Vegas/ Elveda Las Vegas’daki Nicolas Cage performansının ardından Çılgın Kalp, beyazperdenin tüm zamanlardaki en sahici alkoliklerinden biriyle tanıştırıyor bizi.<br /><br />Romantik bir müzikal dram olarak niteleyebileceğimiz Çılgın Kalp, Thomas Cobb’ın romanından Scott Cooper tarafından senaryolaştırılarak sinemaya aktarılmış. Film, Cooper’ın ilk yönetmenlik deneyimi. Müzikler ise Stephen Bruton ve T. Bone Burnett’e ait (filmin The Weary Kind şarkısı Burnett’a Oscar getirdi). Filmde Jeff Bridges tarafından canlandırılan country şarkıcısı Bad Blake karakteri, Amerikalı üç ünlü müzisyen Waylon Jennings, Merle Haggard ve Kris Kristofferson’ın bir kombinasyonu olarak kurgulanmış. Tabii bunlardan bize en yakın olan ve filmdeki karakterde de özellikle görsel olarak ön plana çıkanı Kristofferson. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUQ2d45tlf7EdAye7jAFz75swikPMJ62h8lMFAOyWE5LrOUDS5o5YROchVc7PsVO2thRewouCJhqfOmmFYKDd_4XrqnGWkvk-BVPEt-NBuIXijoTDWe1C4SmaHHY2hXr8QstiaqVhjRqNM/s1600-h/c3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 267px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiUQ2d45tlf7EdAye7jAFz75swikPMJ62h8lMFAOyWE5LrOUDS5o5YROchVc7PsVO2thRewouCJhqfOmmFYKDd_4XrqnGWkvk-BVPEt-NBuIXijoTDWe1C4SmaHHY2hXr8QstiaqVhjRqNM/s400/c3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449952562510249314" /></a><br />Çılgın Kalp’in, beyazperdede daha önce de country müziği, müzisyenlik, alkolizm veya düşüş öyküleri üzerine kurulmuş benzeri filmlere göre büyük bir yenilik getirdiğini ya da yeni bir şey söylediğini söylemek güç. Ama en azından anlatması gerekeni derli toplu bir şekilde anlatıyor ve en önemlisi de Jeff Bridges gibi hoş, güçlü ve karizmatik bir adamdan destek alıyor. <br /><br />Filmde Bridges’in canlandırdığı 57 yaşındaki Bad Blake alkolik, düşkün, yalnız, parasız, çaptan düşmüş, vazgeçmiş, umudunu ve sağlığını yitirmiş ama gururunu asla kaybetmemiş bir country şarkıcısı.“Bad Blake sarhoş, boşanmış ya da kaçakken bile hiçbir konserini kaçırmamıştır” diyecek kadar… Hatta şarkı söylemekte olduğu sahneyi aniden terk edip, kusup yeniden mikrofonun başına dönecek kadar. Ve küçük kasaba barlarında sürdürdüğü gecelik performanslarından biri sırasında, kendisiyle röportaj yapmak isteyen kadın gazeteci Jayne (Maggie Gyllenhaal) ile tanıştığında yıllar sonra ilk kez yeniden hayata dönmek ve ayık olmak istiyor. <br /><br />Bridges aldığı kilolardan, sarsak duruşundan, hırıltılı sesinden rahatsız bakışlarına kadar karakterini bize yüzde yüz yaşatıyor ve Big Lebowski’den sonraki en büyük performansını çıkarıyor. Zamanında bir numara olmuşluğu tadan ve içinde hala iyi bir şeyler yapma arzusuyla çırpınan; yer yer insani zaaflarımızı, çaresizliklerimizi görüp midemize güçlü bir yumruk yediğimizi hissettiğimiz, yer yer eski günlerinin cazibesine dönüp en seksi haliyle içimizi hoplatan sahici mi sahici bir Bad Blake giriveriyor sonuçta hayatımıza. Karşısındaki genç country şarkıcısı Tommy’yi (Colin Farrell) cebinden çıkarıyor… Genelde beğendiğim ve özellikle de Woody Allen’ın “Cassandra’s Dream/ Cassandra’nın Rüyası” filmindeki performansına bayıldığım Farrell ise Çılgın Kalp’de ne yazık ki yetersiz kalıyor.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqSqZxRSL5Ae3ybCslQt35qCQYM0ig0kmHDoaw_RRTPsq-cE6Jj0e7OXYA7f5cafAdmftfrpPqBH2dV1tLDkwr8wCnQkrlsn3Yo1Kj7GrN8XNbWWwa6nCUTLydjmoHghSiiKvJ8PSp7kwL/s1600-h/c2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjqSqZxRSL5Ae3ybCslQt35qCQYM0ig0kmHDoaw_RRTPsq-cE6Jj0e7OXYA7f5cafAdmftfrpPqBH2dV1tLDkwr8wCnQkrlsn3Yo1Kj7GrN8XNbWWwa6nCUTLydjmoHghSiiKvJ8PSp7kwL/s400/c2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449952404278596674" /></a> <br />İçinde hayat olan/ içine girip yaşadığınız filmlerden Çılgın Kalp. Özellikle Gyllenhall’ın canlandırdığı kadın gazeteci ile Bad Blake’in ilk karşılaşmaları olan röportaj sahnesi, benim kişisel sinema belleğimdeki unutulmaz kareler arasına girecek gibi görünüyor. Gyllenhall’ın bu rolle en iyi yardımcı kadın oyuncu dalında Oscar’a aday olduğunu da hatırlatalım; ama bana kalırsa aşık bir kadın olarak inandırıcılığını tüm film boyunca korumayı başaramıyor. Robert Duvall’ın küçük rolü de, son dönem sinemasında sıkça rastladığımız ustalara saygı/ nostalji yaratma işlevini üstleniyor ve Çılgın Kalp izleyiciye hoş müzikler taşıyan, hoş anlar yaşatan, insancıl ve naif bir küçük film olarak görevini tamamlıyor. Büyük bir oyuncu performansı görmek isteyenler, Jeff Bridges için Çılgın Kalp’i izlemeli…<br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-46544902344675343032010-03-18T14:24:00.009+02:002010-03-18T14:42:22.227+02:00“Her yerdeki değerli kızlar için”<a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiBToPgxE8gqPt8wNaGE8ayr5ovk1l_cQHjidbTGwsrr0yL-nRj0qH4Dj9idOq4mrgXtXtNguLQfSOBtNXNUZLJfwEoivOOBhT8NQUNBvVkwcEpuvPOAQfqRlm_bRAzdZSSPJTxfKRUkkk/s1600-h/p1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 216px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhiBToPgxE8gqPt8wNaGE8ayr5ovk1l_cQHjidbTGwsrr0yL-nRj0qH4Dj9idOq4mrgXtXtNguLQfSOBtNXNUZLJfwEoivOOBhT8NQUNBvVkwcEpuvPOAQfqRlm_bRAzdZSSPJTxfKRUkkk/s400/p1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449949455852740402" /></a><br />Precious/ Acı Bir Hayat Öyküsü<br /><br />Yön: Lee Daniels<br />Oyn: Gabourey Sidibe, Mo’Nique, Paula Patton, Mariah Carey, Lenny Kravitz<br /><br />Sapphire’in Push isimli romanından Geoffrey S. Fletcher tarafından senaryolaştırılan film aile içi şiddet, cinsel taciz, tolumdan dışlanmışlık ve yoksullukla mücadele eden 16 yaşındaki bir kızın öyküsünü anlatıyor. Gençkız tüm olumsuzluklara rağmen hayallerine ve eğitimine tutunarak ayakta kalmaya çalışıyor ve her koşulda hayata umutla bakabilmek konusunda izleyiciye büyük bir ders veriyor.<br /> <br />“Her şey evrenin bir armağanıdır” sözleriyle başlayan filmde, önce çirkin ve şişman bir kızın sorunlarıyla uğraştığımızı düşünürken, hemen ardından bu durumun göçmenlik/ azınlık olmak/ yoksulluk gibi toplumsal gerçekler boyutuna taşındığını görüyor ve en sonunda da kadın olmak/ kadın olmanın kaderi (cinsel obje olarak görülmek, taciz vs) gibi evrensel bir zemine oturtulduğunu fark ediyoruz. Bu anlamda, filmin, bireyin varoluşunda çok katmanlı bir irdelemeye gittiğini söylemek de mümkün. Ancak kapanıştaki “Her yerdeki değerli kızlar için” ithafı, odağı kadın sorunu üzerinde netleştiriyor. <br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKZ3wr34jirLRu_XY7CbknjhqdXYHcTrO5_BtlrQGeepdXIsHyMEXdltZ6SIL0KtVLqK4r9REcRq91WynO9A4MTr4f3wEoBd8cPFVLoeop94ONh1xpdgmC7NKdTUEUgzahzVu4z3FpddsO/s1600-h/p2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 268px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjKZ3wr34jirLRu_XY7CbknjhqdXYHcTrO5_BtlrQGeepdXIsHyMEXdltZ6SIL0KtVLqK4r9REcRq91WynO9A4MTr4f3wEoBd8cPFVLoeop94ONh1xpdgmC7NKdTUEUgzahzVu4z3FpddsO/s400/p2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5449949585789729378" /></a><br />Hayatta “değersiz” hissetmek için her türlü olumsuzlukla karşılaşan bir gençkızın, kendi değerini keşfetme öyküsünü anlatan film, aralardaki “En uzun yolculuk bile küçük bir adımla başlar” benzeri yönlendirmelere rağmen didaktik ve Amerikanvari kalma tuzağına düşmüyor. Filmin bir başka marifeti de, bu denli ağır bir konuyu asla trajediye ya da duygu sömürüsüne başvurmadan anlatmayı başarması. Lee Daniels’ın 2005 tarihli ilk çalışması Shadowboxer’ın ardından ikinci yönetmenlik deneyimi olan Precious, en iyi uyarlama senaryo ve en iyi yardımcı kadın oyuncu (anne rolüyle Mo’Nique) dallarında Oscar ödülüne değer bulundu.<br />(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-73878213296693875322010-03-08T02:53:00.010+02:002010-03-08T03:06:29.794+02:00Ah Çılgın Şapkacı... keşke hep beraber olsak...Bir Alice olsam, saatli tavşanı görsem, ağaç kovuğundan yuvarlanıp harikalar diyarına düşsem, kötülerle savaşsam, kuşlar uçursam, kılıçlar kuşansam, uçsam kaçsam düşsem kalksam da, ah bir Çılgın Şapkacı bulsam… Evet, bu hafta vizyona giren son Tim Burton harikası “Alice in Wonderland/ Alice Harikalar Diyarında” yine zengin görselliği ve biricik kahramanlarıyla beklenen etkiyi yaratıyor. Hele de Johnny Depp, yönetmenin ellerinde yine bir sanat eserine dönüşüyor ve hiç ayrılmak istemediğimiz, yanımızda eve götürsek dedirten Çılgın Şapkacı karakteriyle filmin yıldızı oluyor.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgZMnW4Uqd2wwBo4v3J10AQpCQbfDTV3VG1gkXS_kvlcqbLZEUGaX-NRtmsjv0vNEzoSAiKbeng0rH_VGKD1LG11x3ISdwrp4C_ExjXm_bGCj1aH6rejZeKbANW06MC_vG7mpP7MjCZD-IK/s1600-h/alice0.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgZMnW4Uqd2wwBo4v3J10AQpCQbfDTV3VG1gkXS_kvlcqbLZEUGaX-NRtmsjv0vNEzoSAiKbeng0rH_VGKD1LG11x3ISdwrp4C_ExjXm_bGCj1aH6rejZeKbANW06MC_vG7mpP7MjCZD-IK/s400/alice0.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5446060244217044738" /></a><br />Sıradışı/ deli-dahi klasmanında yer alan ve fanatiklerinin gözünde sinemacılıktan çıkıp totemleşen adamlardan biri Tim Burton. Filmografisine baktığımızda neler ver neler… Genelde en çok sevilenler ise şöyle: Beetlejuice/ Beter Böcek (1988), Batman (1989), Edward Scissorhands/ Edward Makaseller (1990), Ed Wood (1994), Sleepy Hollow/ Hayalet Süvari (1999), Big Fish/ Büyük Balık (2003), Charlie and the Chocolate Factory/ Charlie’nin Çikolata Fabrikası (2005), Corpse Bride/ Ölü Gelin (2005), Sweeney Todd: The Demon Barber of Fleet Street/ Fleet Sokağının Şeytan Berberi (2007).<br /><br />Tabii bu kez beklentimizi katlayan, zaten uzayda on sihirbaz etkisindeki Burton’ın elinde bir de Alice Harikalar Diyarında gibi fantastik bir malzeme olması… Evet, film Lewis Carroll’ın “Alis Harikalar Diyarında” ve “Aynanın İçinden” kitaplarına dayanarak Linda Woolverton tarafından senaryolaştırılmış. Başrollerde yine Burton’ın da, bizim de fetiş oyuncularımız olan Johnny Depp, Helena Bonham Carter ve ek olarak, Alice rolündeki Mia Wasikowska ile Anne Hathaway, Crispin Glover, Michael Sheen, Stephen Fry var. Ve müzikler de yine Burton’ın kadim dostu Danny Elfman’a ait.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSFVhmaqtEfSoKibdIi0x9nkgmXl91Y9LVGqyIIW0YR1Uh72cHKtRkoI797WSMirnGMowC4oImbMiiAoSgCMz7SgSAJc_IENMGcCHsaQ1LFiUnoQtvqvAl7gCHzgCcLJeJzT5zQBf-7391/s1600-h/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjSFVhmaqtEfSoKibdIi0x9nkgmXl91Y9LVGqyIIW0YR1Uh72cHKtRkoI797WSMirnGMowC4oImbMiiAoSgCMz7SgSAJc_IENMGcCHsaQ1LFiUnoQtvqvAl7gCHzgCcLJeJzT5zQBf-7391/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5446060486874071490" /></a><br />Viktorya döneminde bir genç kız olan Alice, çocukluk yıllarındaki fantastik macerasından tam 12 yıl sonra harikalar diyarına geri dönüyor, fakat geçmişteki yolculuğuna dair hiçbir şey hatırlamamakta. Burada eski arkadaşları Çılgın Şapkacı, Beyaz Tavşan, Tweedledee ve Tweedledum, Fare, Tırtıl, Cheshire Kedisi ile yeniden bir araya geliyor ve Kupa Kraliçesi’nin korku krallığına son vermek üzere büyük bir mücadeleye başlıyorlar.<br /><br />Film, canlı oyuncular ile animasyon karakterlerin buluşmasından oluşuyor. Burton, orijinal öyküde Alice karakterinin art arda farklı karakterlerle karşılaştığını ancak bu durumlar arasında duygusal bir bağ hissedilmediğini; filmde ise öyküsel bir bütünlük yakalamaya çalıştığını söylüyor. Alice, Viktorya dönemi genç kızlarının tersine toplumsal baskılara başkaldırıp kendi yolunu seçmiş bir kahraman olarak tasarlanmış. Çılgın Şapkacı rolündeki Depp’i filmde turunca saçlarla görüyoruz. Oyuncu, öyküde defalarca zehirlenmiş olan bu karakterin saçları, tırnakları ve gözlerindeki turuncuyu zehrin dışarı sızışı olarak yorumluyor. Alice ve Şapkacı, iki yalnız karakter olarak birbirlerini anlıyor ve özel bir dostluk bağı geliştiriyorlar.<br /><br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSm07CsCoOSJirai5Yi4PMtmWU36e1gJTCJ4AXo-4ePX3KxIrpiR2WkfPRuFwwVSBXtCCSH4u-hX4-_6tZcec-1BtsEspXBCA7iCkIH1LTVw0h6PHY0nl79YkNz7OaaDyHJyHOL9AzjJ2p/s1600-h/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 197px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgSm07CsCoOSJirai5Yi4PMtmWU36e1gJTCJ4AXo-4ePX3KxIrpiR2WkfPRuFwwVSBXtCCSH4u-hX4-_6tZcec-1BtsEspXBCA7iCkIH1LTVw0h6PHY0nl79YkNz7OaaDyHJyHOL9AzjJ2p/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5446060703094793682" /></a><br />Burton tüm detaylara sadık kalmasa da eserin klasik özünü koruyor ve orijinal öyküye taze bir yorum getiriyor. Filmin % 90’ında green box kullanılmış. Harikalar diyarı bölümleri California Sony Pictures Stüdyoları’nda çekilmiş. Çekimler iki boyutlu olarak gerçekleştirilip, film daha sonra post prodüksiyon aşamasında 3D’ye aktarılmış. Unutmadan söyleyeyim; harikalar diyarı anlamına gelen wonderland bu kez “underland/ yer altı” olarak tanımlanıyor. Nedeni ise filmde, ünlü eserin orijinalinde ve sonraki animasyon uyarlamalarında alışkın olduğumuzdan biraz daha ürkünç bir evren yaratılmış olması. <br /><br />Aslına bakarsanız harikalar diyarının biraz daha renkli ve neşeli görünmesi bizim de tercihimiz olurdu… Ama Burton’dır, vardır bir bildiği diyor ve kendisine saygılarımızı sunuyoruz. Ayrıca filmdeki balık uşak, kurbağa muhafız gibi tadına doyulmaz yan karakter sürprizlerini de ona borçlu olduğumuzu unutmayalım. Özetle, beklenenden biraz daha karanlık ama yine tılsımlı ve sevilesi binbir karakterle dolu bu özel sinema deneyimini kaçırmamanız dileğiyle!Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-6145315606629874862010-03-04T11:34:00.006+02:002010-03-04T11:39:44.224+02:00Şarkılarla yamalanan bir sanatçı kriziKısa süre içinde ikinci kez bir İtalyan başyapıtının Hollywood versiyonuyla karşı karşıyayız sevgili okurlar! Giuseppe Tornatore filmi “Stanno Tutti Bene”nin yeniden çevrimi olan “Everybody’s Fine/ Herkesin Keyfi Yerinde”nin ardından, şimdi de Federico Fellini’nin efsane filmi “Otto e Mezzo/ Sekiz Buçuk”dan esinlenen “Nine” sinemalarımızda. Ancak bu kez denklem biraz daha farklı ve karmaşık…<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvsALJesuF11VeuFhXpW15Bd5FzKkM7YCjfp57UwUsT9daMl2mFPQsnvdxEB7CLEcGihe8oxE0KdhvLEjAYZ_rG4pPOS3C2FOKEi5GF3Bth7hff3qt7qxsS2N75LLflB5T9GjVunF2ion4/s1600-h/nine1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 270px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhvsALJesuF11VeuFhXpW15Bd5FzKkM7YCjfp57UwUsT9daMl2mFPQsnvdxEB7CLEcGihe8oxE0KdhvLEjAYZ_rG4pPOS3C2FOKEi5GF3Bth7hff3qt7qxsS2N75LLflB5T9GjVunF2ion4/s400/nine1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5444709920345892562" /></a><br />Fellini, 1963 yılında kendisine En İyi Yabancı Film dalında üçüncü kez Oscar ödülünü kazandıran (ilki Sonsuz Sokaklar, ikincisi Cabiria’nın Geceleri ve dördüncüsü Amarcord ile gelir) Sekiz Buçuk ile, bir yönetmenin yaratıcılık buhranını siyah beyaz bir dünyada ve daha önce benzeri görülmemiş Barok bir anlatımla beyazperdeye aktarmıştır. Değerli Rekin Teksoy’un Sinema Tarihi’nden bir alıntıyla; İtalyan yazar Dino Buzzati, filmi “Bir dahinin mastürbasyonu” olarak tanımlar. Sekiz Buçuk, Fellini’nin o güne dek yaptığı filmlerin sayısını yansıtmaktadır (Usta, Lattuda ile çektiği ilk filmi Luci del Varieta/ Varyete Işıkları, L’amore in Citta/ Kentte Aşk ve Boccaccio 70’i yarımşar film sayar). <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWNi9fM69IOD1gNxWgkiZnUZ81OvoQFVJjPC9ZFVjfXYOn22JloJL865N0cdHYOMyE8cQl0eaao2ljQU8w_w98tB4K_tcqvPqKpWmZ8D6-eURd5fpUhJQgzAs5JOy55iDQhN4UhHnwZy0X/s1600-h/nine2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 277px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhWNi9fM69IOD1gNxWgkiZnUZ81OvoQFVJjPC9ZFVjfXYOn22JloJL865N0cdHYOMyE8cQl0eaao2ljQU8w_w98tB4K_tcqvPqKpWmZ8D6-eURd5fpUhJQgzAs5JOy55iDQhN4UhHnwZy0X/s400/nine2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5444710020389142914" /></a><br />Sekiz Buçuk, 1980’lerin başında oyun yazarı Mario Fratti tarafından “Altı Tutkulu Kadın” adıyla oyunlaştırılır. Fratti, oyunun baş karakteri olan yönetmene, iki büyük usta Visconti ve Fellini’nin isimlerini birleştirerek Guido Contini adını vermiştir. Daha sonra oyun, Arthur Kopit’in metni ve Maury Yeston’un müzikleriyle Broadway sahnelerine taşınır. Ve yıllar sonra, Michael Tolkin ile Anthony Minghella tarafından senaryolaştırılıp, yönetmen koreograf Rob Marshall tarafından bir müzikal filme dönüştürülür. Zira Marshall, kendisine 2002’de bolca Oscar kazandıran “Chicago”nun ardından benzeri bir projenin hayalini kurmaktadır. <br /><br />Gün bugün olur ve yıllar önce Marcello Mastroianni’nin canlandırdığı, yaratıcılık bunalımı yaşayan yönetmen Guido Contini rolü Nine’da Daniel Day-Lewis’e teslim edilir. Yönetmenin bilinçaltı süreçlerinde karşısına çıkan, geçmişine dair kadınları ise Penelope Cruz, Marion Cotillard, Nicole Kidman, Judi Dench, Sophia Loren, Kate Hudson ve Fergie canlandırırlar. İlk filmde olduğu gibi “Nine”da da düşünceler, düşler, gerçekler, anılar iç içe geçer ve bu çerçevede yönetmenin çelişkileri, korkuları ve kaygıları sorgulanır. Peki ilk filmin başarısına ulaşılabilir mi? Ne yazık ki, hayır… <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlbr7l06_UZIu6AkjMc4MtSFbvqjJePN376-Xyn_F-6VUQr8V0ErsMm2626lJcBuyZymWahXDYtO6UW74xYJ-l9Im40mGSns0ZVIuzt8xtAfqhFsW6OKF6IzTSQMWc10B2P7hDkjZfwk7O/s1600-h/nine3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 271px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjlbr7l06_UZIu6AkjMc4MtSFbvqjJePN376-Xyn_F-6VUQr8V0ErsMm2626lJcBuyZymWahXDYtO6UW74xYJ-l9Im40mGSns0ZVIuzt8xtAfqhFsW6OKF6IzTSQMWc10B2P7hDkjZfwk7O/s400/nine3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5444710226107662194" /></a><br />Fellini’nin yarattığı fantastik bilinçaltı dünyanın karşısında, Nine’ın çok daha hafif ve yönetmenin güncel yaşantılarının içinde kaldığını söyleyebiliriz. Bırakın başyapıtla karşılaştırmayı, eğlencelik kontenjanından değerlendirip aynı derinliği aramasak da, Nine’a yine de kendi başına başarılı bir müzikal film denemez sevgili okurlar.<br /><br />Nine, içine “reklam arası” edasında şarkıların ve dansların serpiştirildiği tatsız bir belgesel gibi geldi bana… Birbirine mantıklı geçişlerle bağlanmaktan çok, peşi sıra yamalanmış gibi duran bir diyaloglar ve şovlar paketi! İzleyici olarak bir müzikalden başlıca beklentilerimiz, kuşkusuz ortaya koyulan duygunun bizlere şarkıyla geçmesinin sağlanması ve etkileyici görselliktir. Burada ise ne şarkılar, ne danslar ruhumuzda bir heyecan yaratmıyor ve belleğimizde hiçbir iz bırakmıyor. Filmin müzikal anlamda en iyileri Fergi’nin “Be Italian” ve Kate Hudson’ın - her ne kadar rolünün geneli için aynı şeyi söyleyemesek de- “Cinema Italiano” performansları.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwP0BFuHXc8RJ8qBN9NxgQM42LCwFRrPOJF-QqiiGrDxPdfJy0vJfLVHhwxq98hesvXrP8lV0o8y_oQoVtlpkXiw4wbw74ygV9LkM3ddvJ2OnU6Z_BcDli1fZmfAvBWr0_rK900rxPvsGL/s1600-h/nine4.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 296px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhwP0BFuHXc8RJ8qBN9NxgQM42LCwFRrPOJF-QqiiGrDxPdfJy0vJfLVHhwxq98hesvXrP8lV0o8y_oQoVtlpkXiw4wbw74ygV9LkM3ddvJ2OnU6Z_BcDli1fZmfAvBWr0_rK900rxPvsGL/s400/nine4.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5444710469251426594" /></a><br />Evet oyunculara bir göz atarsak, Daniel Day-Lewis’in bildik yeteneğinden çok uzak, Nicole Kidman’ın eğreti ve Mario Cotillard’ın da yabancı basındaki tüm övgülere rağmen fazla abartılı bir performans sergilediğini söyleyebiliriz. Judi Dench ve Sophia Loren’i nerede olursa olsun görmek güzel… Ve filmdeki rolüyle En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu dalında Oscar adayları arasına giren Penelope Cruz ortalamanın üzerinde iş çıkarıyor. Ek bilgi olarak, filmin En İyi Sanat Yönetimi ve En İyi Kostüm dallarında da Oscar beklediğini söyleyelim. <br /><br />Her şeye rağmen bunca sevilen oyuncuyu bir arada görmek zevktir derseniz, tercih sizin. Ama Nine’ın unutulmaz müzikaller arasına girmeyeceği de kesin…<br />(www.tersninja.com’da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-48496146754869301392010-03-02T00:48:00.005+02:002010-03-02T09:29:43.371+02:00Düş kentinin kırmızı kadını...Kadın kısa süre önce tanıştığı biriyle, ikinci randevusuna hazırlanmaktadır. Temmuzda, İstanbul’un en sıcak akşamlarından birinde… “Evet hoş biriydi” diye geçirir aklından gardırobun açık kapıları karşısında ne giyeceğine karar vermeye çalışırken, “akıllı, sohbeti keyifli, kibar, üstelik doktor, hem de psikiyatr”. Geçen hafta birlikte güzel bir yemek yenmiş, gece boyunca müzikten, sanattan, edebiyattan konuşulmuştur. <br /><br />Sonunda kırmızı elbisesini giyer, siyah saçlarına hafif dalgalı bir biçim verir. Toplasam mı, açık mı bıraksam diye düşünür bir an, ama saçlarının omuzlarına dökülen hali aynada gözüne daha hoş, daha kadınsı görünür. Sıra ayakkabılardadır, rahat mı yoksa daha yüksek bir şeyler mi… Ama yine hafiften yorulmayı, Cihangir’in Arnavut kaldırımlı sokaklarında zahmetle yürümeyi göze alıp topuklu kırmızı ruganlarda karar kılar. İki taraf da yakın arkadaşlarıyla buluşmaya gelecek ve gece küçük bir grup olarak geçirilecektir. <br /><br />Kadın, çalıştığı şirketten samimi arkadaşıyla Beyoğlu’nda bir restoranda buluşur, ne de olsa diğer taraf gelmeden önce konuşulacak, anlatılacak tonla şey vardır… Tabii ki öncelik, geçen haftanın özetindedir. Aynı şeyleri tekrarlar dili, “Hoş biri, kibar, entelektüel”. Bir yandan da çantasından çıkardığı küçük el aynasına bakarak saçlarını düzeltir, hafifçe uçmuş olduğunu fark ettiği kırmızı rujunu tazeler ve şişeyi çıkarmadan, ellerini çantanın içine doğru tutarak bileklerine azıcık daha parfüm sürer. Çok geçmeden küçük restoranın kapısı açılır ve beklenen kişi arkadaşıyla, hemen ardındaki diğer Adamla içeri girer.<br /><br />Hayatın tüm akışının tek sözle değişeceğine, tüm belleklerin silinip dünyaya yepyeni öykülerin düşeceğine dair bir hissiyattır böyle bir anda yaşama sevinci. Ucuna çeşit çeşit düşlerin tutturulduğu kocaman kırmızı balonlar uçuşuverir etrafta. Gökkuşağının yedi rengi kavuşur beyaz olur… Sadece kendi soluğunun duymaktadır Kadın. Adam, beyaz bir gömlek giymiştir. Uzun boyludur, güneşten koyulaşmış teni yeşil gözlerini iyice belirginleştirmiştir. Dalgalı saçları kısa kesilmiş, arkaya doğru taranmıştır. Ve boynunda deriden ipe bağlanmış bir kolye vardır. Beyaz gömleğinin üstten açık bırakılmış birkaç düğmesine rağmen Kadın seçemez Adamın kolyesinin ucundaki figürü, ama gözü hep oraya takılı kalır. Belki de Adamın yüzüne, gözlerine, ellerine bakmamak için bir kaçış fırsatıdır kolyenin gizemi. <br />Elleri çok güzeldir Adamın.<br /><br />Otururlar. Artık başka kimseler yoktur masada. Sözde ve evrende, Kadın ile Adam ilk kez yan yanadırlar. Hala bakışlarını kaçırmaktadır Kadın, ne yapacağını bilmeme anlarının telaşını geçiştirebilmek umuduyla çantasından çıkardığı sigarayı dudaklarına götürür. Adam, anın fiziğine aykırı bir hızla çakmağını çıkararak Kadının sigarasını yakar. Gerçeklikte ayrı koşan iki ritmin zaman yolculuğundaki buluşması, rastlantının kudretinden öte neyle açıklanabilir ki…<br /><br />İlk ateş düşmüş, öyküler dökülmeye başlamıştır artık masaya. “Lady in Red” çalar, Adam hafifçe gülümser. Kadın ilk kez görüyordur Adamın gülümseyişini. Ortak bir düşleri vardır; sinema. Godard’ın “Serseri Aşıklar”ından konuşurlar, Linklater’ın “Before Sunrise”ından… Kısacık vakitlere sığdırılmış, belki tek günlük aşkları anlatan unutulmaz filmlerden. Bazen zamanı unutur ve bir filmi yeniden yaşarlar, bazen kahkahalarla gülerler, Kadın arada hafifçe saçlarını düzeltir eliyle, Adam yeni bir söze başlarken ara ara hafifçe eline dokunur Kadının.<br /><br />İkisinin de düşleri ve ardında uzanan büyük planları, uzun yolculukları vardır. Adam gidecektir, onun büyük düşü Paris’tir çünkü. Paris’te bir yaşam ve Paris sokaklarında çekilecek filmler… Kadın bir İstanbul aşığıdır, doğduğu, büyüdüğü kentte sürecektir hayallerinin izini. Konuşurlar, konuşurlar, konuşurlar. Işıklar söner, içkiler biter ve konuşurlar… Ta ki gün doğana ve Adamı Paris yolculuğuna götürecek sabahı karşılayana kadar.<br /><br />Adam gider. Kadın anlar, ama bir yandan da anlayamaz. Sadece o filmlerden bir cümle takılı kalır aklına: “Eğer geçmişle mücadele etmek zorunda değilsen, hatıralar harika şeylerdir”. <br />Hayat daha pek çok öykü anlatacak, pek çok film olacak, pek çok filme dönüşecektir. <br /><br />Aradan on’lu yıllar geçer. Hakikaten de tüm marifetlerini sergilemiştir hayat, iyisiyle kötüsüyle… Kadın, çalışmakta olduğu firmanın Paris ofisinde bir göreve atanmıştır. Bir ilkbahar akşamüzeri, eve dönmeden önce son durağı olan küçük kafeye uğrar ve kapının önündeki tahta masalardan birinde yerini alır yine. Ama bugün, orada daha önce hiç görmediği biri oturmaktadır iki masa ötesinde. Orada hiç görmediği ve fakat daha önce mutlaka gördüğü biri… Beyaz bir gömlek giymiştir Adam.<br /><br />Kadın kahvesini yudumlar ve bekler. Adamın yeni bir kahve için garsona seslenmek üzere okuduğu kitaptan başını kaldırmasını bekler… Ama Adam, kahvesi bitmeden ve kimseye seslenmesi gerekmeden çevirir başını Kadının olduğu masaya doğru. Kadın çantasından çıkardığı sigarasını dudaklarına doğru götürür. Adam, Kadının sigarasını yakar. <br /><br />- “Sonunda düşlerin gerçek olmuş” der Kadın, “senin adına sevindim”. <br />- “Hayır, Paris uzun sürmedi, Londra’da yaşıyorum”. <br />- “Ben Paris’e yerleştim”.<br /><br />Gülümserler…<br /><br />- “Neden ansızın çekip gittin?” der Kadın.<br />- “Bilmiyorum”.<br /><br />Bir süre susarlar. Adam sessizliği bozar:<br /><br />- "Özür dilerim".<br /><br />Kadın gülümser… Kahvesini içerken dudağını sildiği ve köşesinde kırmızı rujunun izi kalan peçeteye uzanır, çantasından kalemini çıkarır ve birşeyler karalar. Hafifçe eğilerek peçeteyi, Adamın masanın üstündeki kahve fincanını kavramak üzere olan eline tutuşturur, O’nu dudaklarından öper ve masadan kalkarak devasa caddede kalabalığın arasına karışıp gözden kaybolur. Adam, Kadının peçeteyi tutuşturduğu avucunu bir yumruk gibi sıkarken diğer eliyle kahvesine uzanır ve notu okumak için birkaç dakika bekler. Bir sigara daha yakarak hazırlanır ve sonunda avucunun içinde iyice buruşmuş olan peçeteyi yavaşça açmaya başlar: “Bir kez daha gidişini izlememek için…” <br /><br />Kadın yoluna devam eder… Adamın düşlerinin içindeki şehirde yaşamaya…Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-40450281621878742502010-02-28T15:02:00.003+02:002010-02-28T15:05:54.602+02:00Baharda Kiva Han'da bir masalı yaşamakSevgili mucizeciler sonunda bahar geldi çattı! Belki hala soğuk, belki hala sabah evden çıkarken içimiz ürperiyor, akşamları gün erken batıyor ama ne olura olsun çok iyi biliyoruz ki bahar ayları resmen başlıyor. Ve biz de biçare ölümlüler olarak yine tüm heyecanını duyuyor, tüm beklentilerini taşıyor ve tüm umutlarını hissediyoruz ilkbaharın. Hal böyle olunca da kıpırdanmaya, yerimizde duramamaya başlıyor ve güzel/ uzun/ aydınlık günlerin izini sürmeye koyuluyoruz. <br /><br />Evet, kim bilir bu kaçıncı bahar, ama yine de karar verdim, ben sizinle küçük tavsiyeler paylaşmaya çalışacağım güzel günlerimizi ve anlarımızı çoğaltmaya dair. Bunlardan ilki, geçen hafta keşfettiğim – gecikmiş bir keşif olduğunu itiraf ediyorum – Galata Kiva Han. “Anadolu’nun sır lezzetleri”ni barındıran bir özel mekan. <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjV40jKbrEpacforPrXyDQyTCm7bYoLc6s6lQqpRg2SkgOWf7eofDxERCB-iCDL2AJ0xVkzBFyDFETiDaM_5CZR4BeDeoSdPTDvdntLV15bKC9Jq7T1N8QmMFqDekHX4xFPTyf3C0TH04gA/s1600-h/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjV40jKbrEpacforPrXyDQyTCm7bYoLc6s6lQqpRg2SkgOWf7eofDxERCB-iCDL2AJ0xVkzBFyDFETiDaM_5CZR4BeDeoSdPTDvdntLV15bKC9Jq7T1N8QmMFqDekHX4xFPTyf3C0TH04gA/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5443279474702318386" /></a><br />Baharda Beyoğlu günlerinden, kalabalık da olsa İstiklal’de şöyle bir salınarak dolaşmaktan ve sonunda Galata’ya doğru süzülmekten kendinizi alamazsınız değil mi? İşte orada, tam da Kule’nin dibinde sizi bekliyor Kiva Han. Envai çeşit lezzeti, masalsı atmosferi ve güleryüzlü evsahipleriyle…<br /><br />Kiva, Özbekistan’da bulunan 2500 yıllık bir Türk kenti. Mekanın adı ise bire bir, İstanbul Tahtakale’de açılan dünyanın ilk kahvehanesi Kiva Han’dan geliyor. Misyonu, binlerce yıllık mutfağımızı yaşatmak. Kendi deyişleriyle, “özümüzü bulmak, değerlerimizin farkına varmak ve onlara sahip çıkmak”. Farklı yörelerden az bilinen, unutulmuş tatlarla tanışmak mümkün burada. Saymaya kalksam sayfalar yetmez, zaten siz de okumayı yarıda bırakır doğruca Kiva Han’ın yolunu tutarsınız… Ama fikir vermesi açısından birkaçını sıralayabilirim: Gaziantep’in maş çorbası, Tokat’tan yarma toygası ve pehli, Harput köftesi, galye, keledoş, pimpirim aşı, tıkliye, sıhıl mahşi, beli kırık, dizmeç, demir hindi şerbeti, turunç ve patlıcan tatlıları, elmalı baklava, lor kurabiyesi, kakuleli kahve…<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiljzhGsmQ7ZD0o2YAY2IqINp2DORPTW-1kSUsr7C9e7VUxCU0gzJupwiJMaV-sAFFgJvefwRBHfvQyPJLEsfN_2FFIbNLM_5Dd3cs8mUNVjP6CdqgYNcUKNhZJWisY0vGPGIv0_jHdp71Z/s1600-h/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 266px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiljzhGsmQ7ZD0o2YAY2IqINp2DORPTW-1kSUsr7C9e7VUxCU0gzJupwiJMaV-sAFFgJvefwRBHfvQyPJLEsfN_2FFIbNLM_5Dd3cs8mUNVjP6CdqgYNcUKNhZJWisY0vGPGIv0_jHdp71Z/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5443279211977278146" /></a><br />Mekan, mimar heykeltıraş Hüşber Akyürek tarafından, geleneksel ve çağdaş mimari motifler kombine edilerek tasarlanmış. Mekanda Osmanlı Türk mimarisinin kemer sistemi, üstünde Selçuklu desenleri taşıyan çelik levhalar ile yorumlanmış. Konya’daki Selçuklu Sarayı Kubad Abad’ın duvarını süsleyen bir dizi yıldız çini iç mekan tasarımı için seçilmiş ve çeşitli sanatçılar tarafından büyük boy camlar üzerine bire bir yansıtılmış. Masa ve sandalyeler ahşap. Aydınlatmada ise cami kandilleri modernize edilerek uygulanmış. Kiva Han’ın sembolü, elinde kutsal narı tutan meşhur figür. <br /><br />Bu büyülü atmosfer ve lezzetli mutfağı yaşatan Kiva Han’ın en keyifli yanlarından biri de, içeri girdiğinizde tüm yemekleri boylu boyunca önünüzde görmek. Ardında elinde kepçeyle bekleyen aşçısı ve mermer zeminden vuran tabak çatal tınılarıyla… Eski bir filmde miyiz, masalda mı, yoksa alabildiğine sahici hoş bir bahar anında mı?<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDOp4qaQecphnRBJhWE0FB9ZzL4iPCziGS_l-bp6RfoDMx8qzhrbZqxcbuNUfD2V-8l3V4GQFB0mbxiDSuz0IBp98mA10BzB5ScfoLajc3t3kW7Edwo86YR6jPhFgZcfeF_ESiVeQr3Wsm/s1600-h/1.5.bmp"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 220px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgDOp4qaQecphnRBJhWE0FB9ZzL4iPCziGS_l-bp6RfoDMx8qzhrbZqxcbuNUfD2V-8l3V4GQFB0mbxiDSuz0IBp98mA10BzB5ScfoLajc3t3kW7Edwo86YR6jPhFgZcfeF_ESiVeQr3Wsm/s400/1.5.bmp" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5443279728138504082" /></a><br />Evet sevgili mucizeciler, “neden bir bahar tavsiyesi olarak Kiva Han?” derseniz, kendi deneyimimi sizlerle kısaca paylaşayım… Günün tatlı gri bir renge büründüğü hafifçe serin, keyifli bir öğle sonrası Galata Kiva Han’ın önüne atılmış tahta masalarda oturuyorum. Etraftaki küçük dükkanların sesleri, insan koşuşturmaları, komşu sohbetler ve hemen karşımdaki taş duvarın gölgesinde, sanki bu zamanın dışında ve kent karmaşasının uzağında bir Anadolu kasabasındayım… Yediğim nefis, görkemli enginar dolması ve erikli, baklalı sarmaların, fellah köftelerinin üzerine yeşil şifa şerbetimi yudumluyorum. Bu bahar geri gelir mi? Gelmez… O halde lütfen siz Kiva Han’a bir gelin!Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-20079324641285161042010-02-25T11:03:00.009+02:002010-02-28T17:51:04.479+02:00İNANCIN TUTKUYA MAĞLUBİYETİ...Son dönem Güney Kore sinemasının yükselişinde pay sahibi yönetmenlerden Park Chan-wook’un geçen yıl Cannes Jüri Özel Ödülüne değer bulunan filmi “Bakjwi/ Thirst/ Kan Arzusu” vizyonda! Meşhur Vengeance Trilogy/ İntikam Üçlemesi (Sympathy for Mr. Vengeance/ Haklı İntikam, Oldboy/ İhtiyar Delikanlı, Lady Vengeance/ İntikam Meleği) ile 21. yüzyılın auteur sinemacıları arasında gösterilen Park, İhtiyar Delikanlı filminin ardından takip ettiğimiz yönetmenler arasına girmiş ve bizi yeni işlerinin merakıyla baş başa bırakmıştı.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgb6WFtTzk8nJLk0ac9G9TQbYVAtRM59fIO0ijSajrHbMmbw4T6hZTs_Cl0FV2loFvOT2cHBG3hwSjdoBgWXGT3wL_n8ORFvrNC75uN_Clm-aPrO6K-6z-JYOQVksAcfkfAHC8JDUSyDc0w/s1600-h/Thirst.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEgb6WFtTzk8nJLk0ac9G9TQbYVAtRM59fIO0ijSajrHbMmbw4T6hZTs_Cl0FV2loFvOT2cHBG3hwSjdoBgWXGT3wL_n8ORFvrNC75uN_Clm-aPrO6K-6z-JYOQVksAcfkfAHC8JDUSyDc0w/s400/Thirst.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5442104699232787650" /></a><br />Bekleyişimiz Kan Arzusu ile sona erdi. Yunan tragedyalarından ve klasiklerden beslendiğini her zaman dile getiren Park, Emile Zola’nın Therese Raquin romanından yaptığı bu serbest uyarlamada sinemasının ana eksenini oluşturan aşk, şehvet, intikam gibi evrensel konuları irdelemeyi sürdürüyor ve bunu yaparken de şiddet ve cinsellik öğelerini yine özgün biçimde kullanmayı başarıyor.<br /><br />Orijinal öykü, hasta kuzeniyle zorla yaptığı evlilik sonucu hayatı kabusa dönmüş kadının bir başka adamla savrulduğu tutkulu aşkı ve bu aşkın iki insanı büyük bir suça sürükleyişini anlatıyor. Bu öykü perdesinin ardında neleri kurcaladığını ise Zola vakti zamanında şöyle ifade etmiş: “Tutkuların gizli işleyişini, içgüdünün itişlerini, bir sinir krizi sonunda meydana çıkan zihin bozukluklarını adım adım kovalamaya çalıştım. Ayrı mizaçtaki iki insan arasında olabilecek garip birleşmeyi anlatmaya çabaladım. Roman dikkatle okununca görülecektir ki, her bölüm, meraklı bir fizyoloji olayının incelenişidir”.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwmMv6epkDpXRrspmsUNH8zMafFTUBOAuxRNXEOD5JlIKuYI_a0eeFfwtGoHONZO5-qysm49DWGb-Hyeq-QAk6LSQuqpewKnyCot_H35es6hP35ooLhgKdB5yNyDWh0NHJttae7iQ8wzg7/s1600-h/Thirst-3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 321px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiwmMv6epkDpXRrspmsUNH8zMafFTUBOAuxRNXEOD5JlIKuYI_a0eeFfwtGoHONZO5-qysm49DWGb-Hyeq-QAk6LSQuqpewKnyCot_H35es6hP35ooLhgKdB5yNyDWh0NHJttae7iQ8wzg7/s400/Thirst-3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5442105328453025074" /></a><br />Filmin konusuna kısaca değinirsek, cinsel arzularını bastırabilmek için büyük mücadele veren ve “Bedenimi al ki, onunla günah işlemeyeyim” deyip kendini ölümcül bir hastalığın tedavisine bağışlayan Rahip, laboratuar deneyleri son bulduğunda hayatta kalan tek kişi olarak çevresinde bir azize dönüşüyor. Ne var ki Rahibi hayatta tutan asıl gücün, içinde yeni oluşmaya başlayan kan arzusu olduğu anlaşılıyor. Ve çok geçmeden bu arzuya, bir kadına duyulan aşk/ tutku da ekleniyor.<br /><br />Kan Arzusu’nu romana paralel olarak okuduğumuzda yönetmenin haritası netleşiyor: Orijinalinde kadına odaklanan öykünün filmde erkeğe kaydığını ve yönetmenin erkeği bu kez bir Katolik rahip olarak yorumladığını görüyoruz. Üstelik, dünya üzerinde akla gelebilecek en irrasyonel ve dayanılmaz arzuyu da kullanarak, vampirliği zerk ediyor Rahibin içine. Böylelikle, insanın tutkuya karşı verdiği mücadeleyi, tüm cinsel dürtülerini bastırıp Tanrıya adanmış bir beden üzerinden giderek maksimize ediyor. Ve insan ile vampir arasında yarattığı aşkla da, Zola’nın bahsettiği “çiftlerin mizaç farklılıkları” konusunu en uç boyuta taşıyarak vurguluyor.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp7RdpXOdTvyIgmWXfL9-_l65NCLJWqte-iSq4cmtqHYizTzSAKpAVg7SmNnTlmnu7GtBqhyqoiFep6YCgZgjEsXvh0ex43jXVxRVOpxkv1wiegfEPYB1GZAUDnG-HYtChTrJ_q-TO__8Z/s1600-h/Thirst-1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 266px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjp7RdpXOdTvyIgmWXfL9-_l65NCLJWqte-iSq4cmtqHYizTzSAKpAVg7SmNnTlmnu7GtBqhyqoiFep6YCgZgjEsXvh0ex43jXVxRVOpxkv1wiegfEPYB1GZAUDnG-HYtChTrJ_q-TO__8Z/s400/Thirst-1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5442104979677674434" /></a><br />Sevgili okurlar, bu ne bir korku filmi ve ne de bir vampir öyküsü. Yönetmen, vampirlik temasını burada sadece bir insanın inancını zorlayacak en büyük ızdırap, pişmanlık ve içsel karmaşayı yaratmak adına bir araç/ metafor olarak kullanıyor. Kan Arzusu yer yer gerçeküstü bir düş dünyasından izler taşıyan, içinde rahatsız edici şiddet öğeleri ve cüretkar bir cinsellik barındıran, kara mizahla süslü bir dram. Rahibin bir noktada “Azıcık emip cesedi atmak hayatı hafife almak olmaz mı?” derken hem güldürüp hem düşündürdüğü gibi…<br /><br />Yönetmenin, Zola’nın irdelediği konuları, sinemanın edebiyat karşısında ulaşabileceği en yetkin ölçüleri tutturarak başarıyla ve kelimenin anlamını dolduran “özgün” bir yorumla beyazperdeye aktardığını söyleyebiliriz. Sivri dişler, korkunç gözler, haç ve sarımsak gibi ritüelleri dikkate almayan Park, güncel hayatın içinde var olan bir vampir nasıl görünür ve nasıl davranırdı sorularına yanıt arıyor. Şiir tadındaki görselliği ve buna eşlik eden Bach kantatları da filmin duygusunu iyice güçlendiriyor. Özetle, izlenmesi gereken, sıra dışı bir sinema deneyimi yaşatıyor bize Kan Arzusu. Tek hayal kırıklığı ise, İhtiyar Delikanlı sonrasında yönetmene endekslediğimiz “ters köşe/ vurucu final” beklentimizin bu kez gerçekleşmemesi. Hissiyatım odur ki, kazanılan başarılarla gelen ustalık refleksi, yönetmenimizi biraz daha temkinli ve kontrollü davranmaya zorluyor artık.<br />(Bu yazı www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-48052593709490360462010-02-22T00:24:00.004+02:002010-02-22T00:42:42.113+02:00“Kendime ait” turuncu bir fondü seti…Dostlar, sevgiyle yapılan işler ve keyifli şeylerle geçen bir haftasonuydu… Cuma akşamı Tuğba’nın doğumgününü kutladık. Sonra Cumartesi annemle nostaljik bir Beyoğlu – Galata günü geçirdik. Akşamüzeri, If Bağımsız Filmler Festivali’nde “White Lightning/ Beyaz Şimşek” adında çok tatlı bir film izledim ve ardından bu kez de sevgili dostum Zeyno’mla Arnavutköy’de balık yedik, rakı içtik, dertleştik… <br /><br />Zeyno’nun bana sözü vardı… Geçen hafta Basel’den getirdiği tuhaf bir aletle, bana İsviçre peynirlerinden bir ziyafet çekecekti Pazar sabahı. Yemeğe ve yeni lezzetler denemeye özellikle meraklı biri olarak heyecanla bekliyordum ben de bu sürpriz kahvaltıyı. Ve o an geldi çattı. Uyandığımda masanın üstünde ızgara gibi görünen, ama altında küçük küçük, tavamsı hazneleri olan bir makinecikle karşılaştım. Sürprizin adı konmuştu artık: Raklet.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8vMPulZgpI2vPQbIh4ArEIaF008L03rASKfXCdLB8uKeB9GYTjO0kPd5NXLTbpTKJhA1Lau3nKS4gExce2bjYoHH7WOJJrsGAogCOywKxpsTS_yOC50MSvSGuqkL61SNdX70X_SA_I2f-/s1600-h/cheese_fondue.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 300px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEg8vMPulZgpI2vPQbIh4ArEIaF008L03rASKfXCdLB8uKeB9GYTjO0kPd5NXLTbpTKJhA1Lau3nKS4gExce2bjYoHH7WOJJrsGAogCOywKxpsTS_yOC50MSvSGuqkL61SNdX70X_SA_I2f-/s400/cheese_fondue.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5440826547200664594" /></a><br />Raklet, İsvire mutfak geleneğinde önemli bir peynir; fondü gibi öğle ve akşam yemeklerinde de sofraya gelebiliyor. Evet, biz de hevesle makinemizin başına geçtik ve bahsettiğim minik tavalara peynirlerimizi yerleştirip erimeye bıraktık. Fondüden bir farkla, tamamen sıvılaşmadan ateşten alıp, ekmeklerimizin üzerine akıtarak afiyetle yedik rakletlerimizi. Az sonra “Bir de espresso makinesi aldım dedi” Zeyno, “Bak ev ne güzel kahve kokuyor artık”. O an fark ettim, uzun zamandır tiyatro atölyesi, tango kursu, iş güç, sinemalar vs derken evimi, kendi küçük dünyamı nasıl ihmal ettiğimi…<br /><br />Geçen yıl, ne yazık ki devamını getiremediğim bir roman yazma girişimim olmuş ve bakın nasıl başlamıştım ilk satırlara: “30 yaşıma girerken evrenin sırrını bütünüyle çözdüğümden, birey ve kadın olarak tamamlanmış olduğumdan ne kadar da emindim. Anımsıyorum, bir akşamüzeri, kendi kazandığım parayla tutup, döşeyip yarattığım o küçük apartman dairesine doğru yürürken ne denli güçlü hissettiğimi. Hayata dair yanıtlanmamış hiçbir soru kalmamış; her durumun ve duygunun denklemi çözülmüş, formüller bulunmuştu. Ama hayat, günün birinde öyle bir kapıda bırakıyor ki insanı, tüm anahtarlara sahip olduğunu düşünürken, telaşla iç ceplerini yoklarken buluyorsun kendini. Ve yazmaya koyuluyorsun… Şimdi, o bahsettiğim “kendime ait” evin salonunda, bilgisayarımın başındayım. Çünkü hayatta ancak kendine doğru adım atacak kadar yalnız kaldığında sözcükler arasında kendini aramaya başlayabiliyor insan”.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrPnpfIp1w04FaJS98o3JrH7AKhyphenhyphen2kHDN4zJ7ttW9yBALTYf51yhHc6_TIhVQl3Duef4saSOQNIlLMthVmrzTGMlzYvJV7XFr01qdGV6-4VX72_bshU_R_x8WI8g_vWU43smaLUtUA73lq/s1600-h/HPIM2053.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 304px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjrPnpfIp1w04FaJS98o3JrH7AKhyphenhyphen2kHDN4zJ7ttW9yBALTYf51yhHc6_TIhVQl3Duef4saSOQNIlLMthVmrzTGMlzYvJV7XFr01qdGV6-4VX72_bshU_R_x8WI8g_vWU43smaLUtUA73lq/s400/HPIM2053.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5440826877547224466" /></a><br />Virginia Woolf’un meşhur “Kendine Ait Bir Oda”da bizi uyarmaya çalıştığı gibi: “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın!”… Ben nasıl da ihmal etmiştim varolduğum belki de en sahici fiziksel alan olan kendi evimi, yaşam alanımı, evrenimi… Zeyno’dan çıktım ve geçen hafta indirime girdiğini gördüğüm bir mutfak aletleri mağazasına attım kendimi. Ne istediğimi çok önceden biliyordum aslında. İki yıl önce iş gereği Avrupa Kupası için gittiğim İsviçre’de, bir dağ evinde fondü yemiştim ilk kez. Altından verilen minik ateşle alüminyum kaplarda, gözünüzün önünde eriyen peynirler… Erimiş peynire batırmak için sofraya donatılan köy ekmekleri ve patatesler… Kokusu ve sıcaklığı o günkü tazeliğiyle aklımdaydı bir süredir, ama bir türlü zaman ayırıp bu özlediğim lezzete kavuşmak için çaba göstermemiştim.<br /><br />Evet, kendime ait küçük, basit, turuncu bir fondü setim var artık sevgili mucizeciler. Mutfak aletleri mağazasından çıkıp, bir de market turu attım. Belki sizler biliyorsunuzdur, sıcak şarabın da hazırını yapmışlar sonunda, ben ilk kez gördüm. O halde bir şişe de şarap! Muhtemelen mekandaki yaşam sıcaklığı duygusunu bir parça daha artırabilmek arzusuyla… Ve evimin yolunu tuttum. Etrafı topladım, masanın üstünü boşalttım ve fondü setimi bir sanat eseri gibi en görünür köşeye yerleştirdim. İçinden sıcak peynir kokularının yükseleceği mutlu günlerin hayaliyle şimdi fondü setime, hayata, özgürlüğe, kadın olmaya ve kendimize ait evlere kaldırıyorum kadehimi… Evlerimize ve en çok da o evleri hatırlamaya!Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-88627689707625584172010-02-20T04:39:00.004+02:002010-02-20T12:35:06.891+02:00Bir gece ansızın gelebilirim…Hayatta hangi duygunun ne zaman nerede karşınıza çıkacağı, bir hatıranın hangi sandıktan fırlayacağı hiç belli olmuyor sevgili mucizeciler. İşte ben de bunlara hoş sürprizler, anı sonsuz kılan mucizeler diyorum. Çünkü unutulanı yeniden keşfettiğiniz o an, mutlaka kayıtlara geçiyor.<br /><br />Çok keyifli bir akşamın ardından sizlerleyim şu an. Evet, bu akşam çok sevgili dostumun, Tuğba’mın doğumgünün kutladık. İnsan büyüdükçe aşkı olduğu gibi arkadaşlıkları, dostlukları da daha derinden, daha çok paylaşarak ve daha incelikli yaşıyor. Bana göre o “nerede masumiyet çağımızın aşkları, duyguları” sitemini doğrudan evrene gönderirken çok adil davranmıyor pek çoklarımız. Evet belki küçükken, çok genç ve örselenmemişken daha büyük neşeyle ve coşkuyla karşılıyoruz yaşamı; ama zihin haritalarımızdaki çizgiler yoğunlaştıkça kendimizle ve ötekiyle iletişim kuracak yollarımız/ yönlerimiz de çoğalıyor, daha çok katmandan süzerek ve daha derinden hissedebiliyoruz artık.<br /><br />Evet, bu gece dostumun 34. yaşgünü pastasının mumlarını üfledik. Alkışlar arasında mutluluk dileklerimizi sunarken, bir yandan onun geçmiş 34 yılının umutları, sevinçleri, düş kırıklıkları, sevgileri içinde ben de küçük, anlık bir yolculuk yaptım. Kim bilir, belki o an kendi yolculuğumdu asıl hissettiğim. Ya da dediğim gibi, kendi öykümün deneyimi ve çok yakınımdaki bir başka yaşamın serüveni arasında kurduğum özdeşliklerle, bu anın gücünü daha yoğun hissettim. Mutlu olmayı benim istediğim kadar onun da istediğini bildim. İçinde yaşattığı hayalleri, hayattan beklentilerini o mumları üflerken nasıl çığlık çığlığa bağırmak istediğini duydum.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjw6CmeX8nf1s8g8lELJzrPMMZuOAaRmHGyZazFD58tF2uH38KoHSkBoHYiGxBzvelh5sv4aQRO0Kbb-Os8rEbrZiKzDFkUJDw-n0k7ixQyTRi1__qJFUVxIHDUr0MIoIOyqKS00Bf5bW2g/s1600-h/huzun_1251095028.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 200px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjw6CmeX8nf1s8g8lELJzrPMMZuOAaRmHGyZazFD58tF2uH38KoHSkBoHYiGxBzvelh5sv4aQRO0Kbb-Os8rEbrZiKzDFkUJDw-n0k7ixQyTRi1__qJFUVxIHDUr0MIoIOyqKS00Bf5bW2g/s400/huzun_1251095028.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5440150280664971922" /></a><br />Ve bu gece, doğumgününde… Metnin başına dönersek, yine hayatın oyunlarından birinin içine düştüm. Tekrar ediyorum, hangi duygunun ne zaman nerede karşınıza çıkacağı hiç belli olmuyor sevgili mucizeciler. Ümit Yaşar Oğuzcan’ın umut yüklü şiirinden seçkiler gibi… “Bu kadar yürekten çağırma beni!/ Bir gece ansızın gelebilirim/ Beni bekliyorsan, uyumamışsan/ Sevinçten kapında ölebilirim/ …/ Belki de hayata yeni başlarım/ İçimde küllenen kor alevlenir/ …/ Aşk bu, bilinir mi nereye varır…”. Eğer siz, bir hatırayı, geçen yıllarda kalmasına rağmen geçmişe gömmediyseniz, hatıranıza sahip çıktıysanız, o da bir gün mutlaka gelip size borçlandığı duyguyu geri ödüyor. Yeter ki siz hala çağıracak, kapılarınızı açık tutacak kudrete sahip olun. <br /><br />Evet, unutulanı yeniden keşfettiğiniz an mutlaka kayıtlara geçiyor; yazıda ya da akılda. Bu akşam, “eski” değil, sadece geçen zamana ait bir sevgiyi yeniden sunup, o sevginin hatırasını anın içinde yakalama fırsatını armağan ettiği akşamlarından biriydi hayatın. Ve eve dönerken bir şarkı eşlik etti hatıraya: “Senin alev gözlerin/ Eritse şu ruhumu/ Buz olur kesilirim/ Yanarken içim/.../ Sevdan bir ateş oldu bende/ Gönlüm bir deli coştu sende/.../ Kime dokunur ellerim/ Kimi görür gözlerim/ Ölüm çıkar karşıma/ Yine sen derim”.<br /><br />Dediğim gibi, bir hatıranın hangi sandıktan fırlayacağı hiç belli olmuyor. Hayat en parlak haliyle kapının arkasından fırlayıp bizleri şaşırtmaya bayılıyor. Hangi çıkmaz sokağın nerelere açılacağı hiç bilinmiyor. Bakalım daha ne mucizeler bekliyor bizi… Yol uzun. Yürümeye, koşmaya, yorulmaya devam… Yola devam!Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.comtag:blogger.com,1999:blog-3932478771177144063.post-11482986578488562692010-02-16T18:07:00.004+02:002010-02-16T18:22:59.857+02:00Hayat görkemlidir, özellikle lanetlenmişler için...“Kalbi saf olan ve geceleri dua eden bir adam bile, ay tamamlanıp parlaklaştığında ve bu zehir ortaya çıktığında bir kurda dönüşür”… Evet, en basit haliyle bu motto üzerine bina edilen ve bugüne dek pek çok kez sinema, tiyatro ya da edebiyata malzeme olan kurtadamlık müessesesi yine karşımızda! 1941 yapımı aynı adlı meşhur filmin yeniden çevrimi olan “The Wolfman/ Kurtadam” bu Cuma vizyona giriyor.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJ0xZ3m63HqjMlNdaNJVPiX-n5CjWDH6GKlNuCdbJ0Uch4Fss40uD8tO0IlvfXpu56umzF9Nbd0b8MVa9NC3T8KrN6-eFoNl9AHmZhp8xZZE5HNjpup1S6ydK3suld7vc0KtWG1fQm6Pbb/s1600-h/1.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 278px; height: 400px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEiJ0xZ3m63HqjMlNdaNJVPiX-n5CjWDH6GKlNuCdbJ0Uch4Fss40uD8tO0IlvfXpu56umzF9Nbd0b8MVa9NC3T8KrN6-eFoNl9AHmZhp8xZZE5HNjpup1S6ydK3suld7vc0KtWG1fQm6Pbb/s400/1.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5438874025072724194" /></a><br />Sinemadaki Kurtadam temasının korku türündeki benzerlerinden farklılığı, Frankenstein ya da Dracula gibi zaten varolan bir edebi metinden hareketle değil, direkt bağımsız senaryo olarak ortaya çıkmış olması. Yabancı basında yer alan eleştirilere göre orijinal senaryoda Curt Siodmak tarafından kodlanmış kurtadamlık kuralları yeni filmde de sürdürülüyor; ancak bu kez diyalogların aynı başarıya ulaştığını söylemek güç. Ve ben de, ilk filmi izlememiş olmakla beraber, salt bu filme dair bir öykü anlatımı, sahicilik ve derinlik sorununun var olduğunu peşinen söylemek istiyorum.<br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCHnYOEirIV-vYS1HxdGP5BXCBhWaYfLpsBgyLrkaoh3rFZ7CP1dJsOfioHYb8ZQU3d8xkn8Ytf46hTTh4PxVvoe-RwhxFonBUnvjmsNZPP5hKWus55_TmnbjqK_rQ3Gdzu9t-ZvEl8k1X/s1600-h/2.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 277px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjCHnYOEirIV-vYS1HxdGP5BXCBhWaYfLpsBgyLrkaoh3rFZ7CP1dJsOfioHYb8ZQU3d8xkn8Ytf46hTTh4PxVvoe-RwhxFonBUnvjmsNZPP5hKWus55_TmnbjqK_rQ3Gdzu9t-ZvEl8k1X/s400/2.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5438874573743118578" /></a><br />1800’lerde geçen Kurtadam’da Lawrence Talbot (Benicio Del Toro), kardeşi Ben’in ortadan kaybolmasıyla gelişen esrarengiz olayları araştırmak üzere İngiltere’deki aile evlerine, daha doğrusu şatolarına geri dönüyor. Şatoda kendisini bekleyenler ise, yıllardır görmediği babası Sir John Talbot (Anthony Hopkins) ile kayıp kardeşinin nişanlısı Gwen Conliffe (Emily Blunt). Burada hemen, Kont Dracula ve benzerlerinin karanlık, viran ve ürkütücü şatolarını gözünüzde canlandırmakta serbestsiniz sevgili mucizeciler. Ek olarak filmin genel atmosferini tarif edebilmek için Tim Burton’ın “Sleepy Hollow/ Hayalet Süvari” ve “Sweeney Todd: The Damon Barber of Fleet Street/ Fleet Sokağının Şeytan Berberi” filmlerinin o puslu, yarı sepyalı yarı siyah beyaz dokusunu örnek verebilirim size. <br /><br />Star Wars ve Indiana Jones serilerindeki sanat yönetmenliği geçmişinin ardından, en çok da Jumanji ve Jurassic Park III ile yönetmen olarak adını duyuran Joe Johnston, bu konulardaki hünerini Kurtadam’da da göstererek çok şık bir gotik dünya yaratıyor. Ayrıca fiziksel olarak insandan kurtadama dönüşüm sürecinin görsel anlatımı ve Kurtadam karakterinin modern dokunuşlardan sakınılarak sade ve klasik haline sadık tutulması bence filmin en büyük artılarından. <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjasTN7HdFSwi_bDYWKDgF0psHHcNZfHsYcdilVQMCZhUo8STbOmIl7CkrIEbgsBlHzCe_cNk3-lkMUpAyp8TNolCI4SiPHU_xvK_QEACYmwkT52UaASGey5gbRWH4leDf65Ylgs5YUDtdk/s1600-h/3.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 257px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEjasTN7HdFSwi_bDYWKDgF0psHHcNZfHsYcdilVQMCZhUo8STbOmIl7CkrIEbgsBlHzCe_cNk3-lkMUpAyp8TNolCI4SiPHU_xvK_QEACYmwkT52UaASGey5gbRWH4leDf65Ylgs5YUDtdk/s400/3.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5438874833129499570" /></a><br />Ne bütünüyle karalanacak ne de her şeyiyle övülecek filmlerden değil benim için Kurtadam. Biçimdeki başarısıyla beraber, elindeki mükemmel felsefi argümanları çarçur ettiği için üzülüyorum. Baba Hopkins’in Hamlet’e gönderme yaparak “olmak ya da olmamak” sözleriyle tamamladığı “Hayat çok görkemlidir, özellikle de lanetlenmişler için” konuşması ya da “İnsan öldürmek günah, canavar öldürmek günah değil. İnsan ile canavar arasındaki sınır nerde başlar?” benzeri pasajlarla daha sık karşılaşmayı arzu ediyoruz filmi izlerken. Ancak ne yazık ki kurtadam ve dolunay motiflerinin sunduğu sonsuz fırsata rağmen film, “iyi/ kötü” – “yaşam/ ölüm” gibi kavramları işlemek/ irdelemek/ derinleştirmekte yetersiz kalıyor. <br /><a href="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhg0pNVL2Co1Hb7CvAa076tqkpiH78Tv7hKS5XrJwowmpM9VNx9mGfXMBNd8FLr_PQW6p-ktO3MdZXPI3grRTJ0Nysc9M_pr5nTYF2AbAKodOQdHZOE2Z5OSevrUgTZpsx5SXI6OlVoEe2G/s1600-h/4.jpg"><img style="display:block; margin:0px auto 10px; text-align:center;cursor:pointer; cursor:hand;width: 400px; height: 244px;" src="https://blogger.googleusercontent.com/img/b/R29vZ2xl/AVvXsEhg0pNVL2Co1Hb7CvAa076tqkpiH78Tv7hKS5XrJwowmpM9VNx9mGfXMBNd8FLr_PQW6p-ktO3MdZXPI3grRTJ0Nysc9M_pr5nTYF2AbAKodOQdHZOE2Z5OSevrUgTZpsx5SXI6OlVoEe2G/s400/4.jpg" border="0" alt=""id="BLOGGER_PHOTO_ID_5438874248483726674" /></a><br />Oyunculara gelirsek… Del Toro ve Hopkins yine döktürüyorlar. Şunu söyleyebilirim ki, bu baba oğul için yaşayan aktörler arasından oluşturulabilecek daha isabetli bir ikili gelmiyor aklıma. Daha ileriye gidip, Del Toro’nun sinemada Marlon Brando cazibesine git gide yaklaştığı yolundaki çok sübjektif fikrimi de burada itiraf ediyorum. Onun o uykusuz, yorgun, gizemli halleri filmin puslu tablosunda tam isabetle yerini buluyor. Ek olarak, Matrix’ten arkadaşımız Hugo Weaving’i Scotland Yard dedektifi Aberline ve Geraldine Chaplin’i de falcı çingene Maleva rolünde görmekten de keyif alıyoruz. Fakat ölen kardeşin nişanlısı rolündeki Emily Blunt, bana göre filmin en büyük talihsizliklerinden biri. Karakterini yaşamıyor, yaşatmıyor ve hatta final sahnesinin etkisiz kalmasının en büyük sorumlusu olarak belleklerimize kazınıyor.Fecirhttp://www.blogger.com/profile/12385003986513423315noreply@blogger.com