Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

18 Mart 2010

AKLIN LABİRENTİNDE ZİNDANA VURULMAK

Shutter Island/ Zindan Adası


Yön: Martin Scorsese
Oyn: Leonardo Di Caprio, Mark Ruffalo, Ben Kingsley, Michelle Williams, Max von Sydow

Gel de söyleme… İşte böyle olur ustaların filmi! Daha ilk anlardan, gemi adaya doğru yol alırken, biz o geminin içinden çoktan Zindan Adası’na girmiştik sevgili okurlar. Evet Martin Scorsese’nin yeni çalışması Shutter Island/ Zindan Adası, dönüp tekrar tekrar izleme arzusu uyandıran filmlerden… Bana göre bir başyapıt.

Aynası iştir kişinin lafa bakılmaz, demişler. Scorsese zaten yaşayan bir efsane… Usulen saymaya kalksak, en iyilerle özetleyelim desek yine koca bir liste çıkıyor karşımıza: Mean Streets (1973), Alice Doesn’t Live Here Anymore/ Alice Artık Burada Oturmuyor (1974), Taxi Driver/ Taksi Şoförü (1976), New York New York (1977), Raging Bull/ Kızgın Boğa (1980), The Color of Money/ Paranın Rengi (1986), The Last Temptation of Christ/ Günaha Son Çağrı (1988), Goodfellas/ Sıkı Dostlar (1990), Cape Fear/ Korku Burnu (1991), Gangs of New York/ New York Çeteleri (2002), The Aviator/ Göklerin Hakimi (2004), The Departed/ Köstebek (2006).


Ve Zindan Adası’nda, dördüncü kez başrol koltuğuna Leonardo Di Caprio’yu oturtuyor Scorsese. Genel bir yorumla başlayıp, ardından detaya girelim, çünkü söyleyecek çok söz var. İyice kendini geliştiren Di Caprio başta olmak üzere, tüm oyuncular şiir gibi bir performans çıkarıyorlar. Hele de Ben Kingsley ve Max von Sydow’u iki kıdemli doktor olarak izlemek pek keyifli. Filmin asıl gücü ise atmosferinden geliyor. Zindan Adası belki de yönetmenin bugüne dek çektiği, görsel açıdan en zengin filmlerden biri.

Evet film daha ilk andan geminin Zindan Adası’na doğru son derece gizemli ilerleyişi, adanın uzaktan o karanlık, etkileyici görüntüsü, Di Caprio ve Ruffalo’nun canlandırdığı iki polisin şapkaları, pardösüleri, keskin bakışları, en karizmatik halleri, sıkı diyalogları ve fondaki ürpertici müzikle izleyiciyi içine alıyor. Diğer yandan, Scorsese’nin bu filmle Hitchcock’a bir selam çaktığını da düşünmüyor değilim. Zira son ana dek çözülmeyen sır düğümü, bu düğümün katman katman irdelenişi, filmin bütününe yayılan gizem duygusu ve bu gizemin adeta tüm karakterlerde ölüm soğukluğuyla her an hissedilmesi, adresi netleştirmiş. Süpervizörlüğünü Robbie Robertson’ın yaptığı film müziği de, özellikle Gustav Mahler, Brian Eno, Alfred Schnitkke, John Cage seçkileriyle atmosferi iyice güçlendiriyor.


Zindan Adası, daha önce de Mystic River/ Gizemli Nehir ve Gone Baby Gone/ Kızımı Kurtarın adlı yapıtları sinemaya aktarılan yazar Dennis Lehane’in aynı adlı romanından Laeta Kalogridis tarafından senaryolaştırılmış. Ancak Zindan Adası’nın diğer iki yapıta göre çok daha derin ve karmaşık bir yapıya sahip olduğunu söylemek gerek. 1950’lerde geçen filmin izleyiciye sunduğu ilk öykü, iki polisin kaybolan bir hastanın soruşturmasını üstlenmek üzere Zindan Adası’na gelişleri... Fakat gerçeklik çok geçmeden dönüşmeye; odağını, temasını ve hedeflerini değiştirmeye başlıyor. Paralel olarak, aklımız da filme dair yeni sorular türetmeye koyuluyor tabii: Acaba izlediklerimiz gerçek mi, yoksa kaybolan hasta hikayesi sadece iki polisi adaya çekmek için kurgulanmış bir araç mı? O da nesi? Yoksa tüm gördüklerimiz kahramanın bilinçaltı süreçlerinden mi ibaret, her şey kahramanın aklında mı olup bitiyor? Ya da bir adım ötesinde, aslında kahraman olarak izlediğimiz kişi bambaşka biri mi ve tüm gördüklerimiz, onun asıl kimliğini ortaya çıkarmak üzere tasarlanmış bilimsel bir düzenek mi?


İlk andan itibaren film gizemini koruyor ve son ana kadar gerçeğe kavuşmamıza izin vermiyor. Malum, ada kavramı, zihin labirentinin şahane bir metaforu olarak ve yarattığı “kapalılık/ izole edilmişlik” duygusuyla zaten her zaman çok gizemli bir malzeme. Bu noktada Michelangelo Antonioni’nin, adada kaybolan arkadaşlarının peşine düşmüş bir grup insanın öyküsünü anlatan son derece sinir bozucu filmi L’Avventura (Macera) geliyor akıllara. Kahramanız Di Caprio, dünyaya düşmüş Küçük Prens misali sürdürdüğü ada yolculuğunda, karşısına çıkan her yeni karakterde yeni bir bilgiye ulaşıyor ve bu bilgiler filmin rotasını sürekli değiştiriyor. Geçmişle köprü kuran, görsel değeri oldukça yüksek düş ve halüsinasyon sahneleri de duyguyu güçlendirmekte önemli rol oynuyor.

Scorsese, Zindan Adası’nda, izleğini suç ve suçlu temasından hafifçe kaydırıp, Korku Burnu ve Taksi Şoförü’nde olduğu gibi zayıflamakta/ kaybedilmekte olan zihin yetisine yaklaştırıyor. Bu çerçevede şiddet/ insanın özünde var olan şiddet temalarına da yer yer değiniyor. Filmin tek sorunu, ortalardaki bir takip bölümünde ritmin hafifçe düşmesi ve akışın ağırlaşması. Ama inanın, hiç önemli değil. Bu çok özel deneyimi yaşamak için arada azıcık kasvete değer. Kara film geleneğini referans alan, kendine özgü bir evren yaratmayı başarmış, görsel zenginliği, oyuncu performansları ve müthiş gizemli atmosferiyle başyapıt sayılabilecek bu çok önemli psikolojik gerilimi kaçırmamanız tavsiyesiyle…
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)