Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

26 Nisan 2010

YAŞAM ÜZERİNE GÖRSEL FELSEFE METNİ

El Secreto De Sus Ojos/ Gözlerindeki Sır


Yön: Juan Jose Campanella
Oyn: Ricardo Darin, Soledad Villamil, Pablo Rago, Javier Godino

Bir destan, modern ağıt, bir başyapıt…
Secreto De Sus Ojos/ Gözlerindeki Sır’ı izlerken, hatta daha ilk yarının sonlarında, bu ve benzeri düşünceler çoktan aklımda yoğunlaşmaya başlamıştı sevgili okurlar. Uzun zamandır mideme yumruk yemişim hissi uyandıran bir film izleme zevkine ulaşamamıştım. Sağ olsun, Arjantinli yönetmen Juan Jose Campanella bunu ziyadesiyle başardı.

Aslında üst satırlara girmesi gereken bir teşekkürüm daha var; o da, filme aktarılan romanın yazarı Eduardo Sacheri’ye… Zaten senaryoyu da oturup yönetmenle birlikte yazmışlar. Bu yıl En İyi Yabancı Film dalında Oscar ödülünü kazanan Gözlerindeki Sır’ın, yarışın ilk başından ipi göğüsleyeceğine kesin gözüyle bakılan Un Prophete/ Peygamber’i geride bırakmasına hiç şaşırmadığımı söyleyebilirim.

Oyuncu ve senarist olarak da çeşitli deneyimleri olan ve Son of Bride, Moon of Avellaneda gibi az sayıda filmi bulunan yönetmen Campanella, şahsen benim müptelası olduğum televizyon dizisi Dr. House’ın da yönetmeni. Diziyi izleyenlerin çok iyi bileceği gibi, Campanella bu filmde de karakterlerin iç dünyasına vurgu yapmak ve tempoyu baştan sona yüksek tutmak konusunda kusursuz bir işe imza atmış. İzleyiciyi bütünüyle ele geçiren sıradışı öyküsü, güçlü diyalogları, başarılı kurgusu, akıl oyunları ve detaylardaki derinliğiyle unutulmaz bir film çıkmış sonuçta ortaya.


Gözlerindeki Sır, geçmişe ait olduğu hemen anlaşılan ve tren istasyonunda yaşanan son derece şık bir ayrılık sahnesiyle başlıyor. Ardından, bu sahnenin kahramanı olan emekli sorgu müfettişi Esposito’yu şimdiki zamanda, bir romanın ilk satırlarını yazarken görüyoruz. Esposito, 25 yıl önce araştırdığı bir olayı kaleme almak üzere şehre geri dönüyor. Ve film, geçmişe gömülmüş bir tutku cinayetinin izleğinde, geri dönüşlerle, iki paralel zamanda ilerlemeye başlıyor.

Eski bir fotoğrafta, gözlerindeki tutku dolu bakışla kendini ele veren katilin peşinde geçen kovalamaca, sorgu ve hesaplaşma süreci, aslında çok derin bir felsefi metnin zeminini oluşturuyor. Yönetmen; aşk, suç ve ceza öyküsü çemberinde “Geçmiş geçmişte kalmalı”, “Koca bir hayat boşuna yaşanır mı?”, “Bize kalan sadece hatıralardır, o yüzden en iyilerini seçmeli” gibi tezlerini birer birer ortaya atıyor ve hepsini ayrı ayrı didikliyor.

“Erkek milleti her şeyini değiştirebilir, tutkusu dışında…” formülünden hareketle, mektuplarında yazdığı futbolcu isimleri üzerinden soluk kesen akıl oyunlarıyla katile ulaşılıyor ve oldukça sarsıcı bir sorgulama sahnesiyle olayın psikolojik çözümlemesi gerçekleşiyor. Tutkuları, korkuları ve zayıflıklarıyla özenle işlenmiş karakterler, oyuncuların da marifetiyle kusursuz biçimde canlandırılmış.


Tüm bu süreçte, yaşanan olayların arka planında aşkın hallerini de sorgulamayı ihmal etmiyor yönetmen. Katilin cinayet işleyecek kadar hastalıklı tutkusu, biricik eşi öldürülen kocanın sonsuzlaşan bağlılığı ve sorgu müfettişi Esposito’nun 25 yıl bitmeyen imkansız aşkı üzerine düşünmekten alamıyoruz kendimizi film boyunca. Federico Jusid ve Emilio Kuderer’in müzikleri, bu düşünsel sürece duygularımızın da coşarak eşlik etmesine büyük katkı sağlıyor.

Bryan Singer’ın Usual Suspects/ Olağan Şüpheliler’i ve Neil Burger’ın Illusionist/ Sihirbaz’ının son dakikalarını andıran heyecan dolu final sahnesinde, yapbozun parçaları bir araya gelirken filmin nabzı gitgide yükseliyor ve sır düğümü çok etkileyici/ unutulmaz bir neticeyle çözülüyor. Daha önce de söylediğim ve tekrar altını çizecek olduğum gibi, tutku – geçmişle hesaplaşma – aşksız bir yaşamın imkansızlığı gibi konuları olay örgüsü üzerinden eşeleyen, görsel bir felsefi metin bana göre Gözlerindeki Sır. Ve filmin başında görüntüye giren hurda daktilonun eksik A harfi en sonunda aşkı büyük harflerle beyazperdeye yazarken, sinemanın sihirbaz yönetmenlerin elinde nasıl bir büyüye dönüşebildiğine bir kez daha tanık oluyoruz.
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

19 Nisan 2010

Aşk tahta oturunca kraliçeler de mutlu olur...

The Young Victoria/ Genç Victoria


Yön: Jean - Marc Vallee
Oyn: Emily Blunt, Rupert Friend, Paul Bettany, Miranda Richardson, Jim Broadbent

Tarihi öyküler söz konusu olunca, özellikle iş Victoria gibi efsaneleşmiş karakterlere uzanınca, çocukluk yıllarını prenses masallarıyla geçirmiş her kadın gibi benim için de akan sular duruyor sevgili okurlar… Hele bir de kişisel sinema serüveninizde dönem filmlerine karşı özel bir ilginiz varsa, etekleriniz zil çalarak koşuyorsunuz salona! Ancak Buckingham Sarayı’nın koridorlarında gezinmek, o görkemli elbiseleri, saç lülelerini, korseleri, ihtişamlı sofraları ve beyefendilerin hanımlar önünde reverans edişini görmek güzel olsa da, ne çok övülesi ne de fazla yerilesi, ortalama bir film The Young Victoria/ Genç Victoria.


Oysa daha büyük heyecanlara sürüklenmek, o yılların içinde savrulup sarsılmak gibi daha yüksek beklentilerim var benim dönem filmlerinden. Genç Victoria ise ne yazık ki böylesine bir etki yaratmakta kifayetsiz kalıyor. Dilerseniz nedenlerini sorgulamaya kamera arkasından başlayalım… Fransız asıllı Kanadalı yönetmen Jean – Marc Vallee’yi bol ödüllü C.R.A.Z.Y/ Çılgın (2005) filminden tanıyoruz. Senaryo ise Robert Altman’ın Gosford Park’ıyla akıllarımızda kalan Julian Fellowes’a ait. Bu aşamada; yönetmenin anlatımda bir ritim sorunu yaşadığını, tempoyu filmin bütününde korumakta güçlük çektiğini ve senarist Fellows’un ise kendisinden beklenen derinlik/ etkinliği bu kez yakalayamadığını peşinen söylemeliyim.

Film, Kent Dükü ile Düşesi’nin kızları Prenses Victoria’nın doğumu ve çocukluk dönemine kısaca göz attıktan sonra, Victoria’nın Kraliçeliğinin ilk yıllarına yoğunlaşıyor. Genç kadının bu geçiş döneminde yaşadığı siyasi ve duygusal sıkıntılara, bağımsızlığını elde ediş mücadelesine ve bu süreçte aşka sarılarak var olma/ güçlenme öyküsüne odaklanıyor. Ancak problem şu ki, değindiği hiçbir temayı vurgulamakta ve dillendirmek istediği hiçbir büyük cümlenin altını çizmekte başarılı olamıyor film. Öyle apar topar neticeleniyor ki öykü, perde kararıp ışıklar yandığında damağınızda yarım kalmış bir tat duygusuyla irkiliyor ve yönetmenin adeta tüm çekim sürecini hedefini somutlaştırma sıkıntısı içinde geçirdiğini hissediyorsunuz.


Filmin en tatlı yanı, şüphesiz oyuncuları… Şu ana dek pek de sıcak bakmadığım Emily Blunt, olgunluk dönemi portresini Judi Dench (Mrs. Brown) ile hatırladığımız Victoria’nın gençlik/ toyluk dönemini ve Kraliçeliğe geçiş sürecini o baygın bakışları ve donuk ifadesiyle başarıyla canlandırıyor. Büyük aşkla bağlanıp hayatını birleştirdiği kuzeni, Almanya Prensi Albert rolünde Rupert Friend, geçen yıl Michelle Pfeiffer’la birlikte oynadığı Cheri/ Aşkım filminde olduğu gibi yine enteresan yüzüyle akılda kalıcı bir performans sergiliyor. A Beautiful Mind/ Akıl Oyunları’nın hayali karakteri ve The Da Vinci Code/ Da Vinci Şifresi’nin unutulmaz Silas’ı olarak kalplerimizi kazanan Paul Bettany’nin de, Victoria’nın akıl hocası Lord Melbourne karakterinde film bittikten sonra da tüm gerçekliğiyle bizimle yaşamayı sürdürdüğünü söylemeliyim.

Son olarak… Yapımcıları arasında Martin Scorsese ve York Düşesi Sarah Ferguson gibi iki ilginç ismin bulunduğu Genç Victoria’nın en çekici yanlarından biri de müzikleri… Ilan Eshkeri imzalı tema, öykünün bütününe büyük bir ahenkle eşlik ediyor ve duyguyu güçlendirmekte önemli katkı sağlıyor. Her izleyiciye yüzde yüz salık veremesem bile, dönem filmlerine özel ilgi duyanlardansanız yine de görmenizde fayda var derim… İyi seyirler!
(www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

12 Nisan 2010

MODERN İNSANIN KORKULARINA GÜLMECE!

Old Dogs/ İki Babalık



Yön: Walt Becker
Oyn: Robin Williams, John Travolta, Kelly Preston, Matt Dillon, Seth Green

Sizlere eğlenceli bir film önerisinde bulunan neşeli bir yazı yazmanın hayaliyle, önceki gün Old Dogs/ İki Babalık’ı izlemek üzere heyecanla kuruldum koltuğuma. Ama filmin neredeyse ilk anından bu yana ne yazsam, nasıl anlatsam diye düşünüyor; bir yandan vicdanımı yoklarken diğer yandan kafamı toplamaya çalışıyorum. Şu ana dek ne kadar hissedilmiştir bilmem, ama sinemaya olan sevgim bazen sinema okumalarımın da duygusal tonda seyretmesine neden olabiliyor… Özetle, bire bir tercümeyle İhtiyar Köpekler adını taşıyan İki Babalık konusunda da benzer bir durum yaşıyorum.

Filmin senaryosu David Diamond ve David Weissman’a ait. Yönetmen Walt Becker ise daha önce çektiği Van Wilder/ Kaçıklar Üniversitesi (2002), Buying The Cow (2002), Wild Hogs/ Çılgın Motorcular (2007) adlı filmlerle biliniyor. Kuşkusuz afişle ilk karşılaşmada İki Babalık’ın en büyük kozu oyuncuları... Yıllar yılı bildiğimiz, çok sevdiğimiz ve artık ailemizden birileri gibi olmuş John Travolta ve Robin Williams. Böyle isimler söz konusu olunca, filmin vaat ettiklerinden bağımsız, sırf sevdiklerimi görmek merakıyla gidebiliyorum sinemaya. Hatta bu bekleyişten heyecan duyuyor, kavuşma anından keyif alıyorum. Tabii film çok da büyük hayal kırıklığı yaratmıyorsa...


Dilerseniz hayal kırıklığının boyutlarını anlatmaya konudan başlayalım. Charlie (John Travolta) ve Dan (Robin Williams) 50’li yaşlarını süren, ekonomik durumları gayet iyi, lüks muhitlerindeki modern evlerinde parlak bir hayat yaşayan, gezen tozan, tüketim toplumunun rahatı bulmuş insan profilinin genel teamülüne uygun olarak para – başarı – keyif üçgeninde düzenini kurmuş, eğlencesine bakan ve gerisini çok sorgulamayan, özellikle de Charlie karakterinin tasarımında zenginliğin ve işadamı olmanın o meşhur halleriyle, yani abartılı bir özgüven ve şımarıklık gibi sinir bozucu özelliklerle donanmış iki iş ortağı ve en yakın arkadaştırlar. Charlie hala aile olmak, birine bağlanmak gibi değerleri aşağılayıp çapkınlık peşinde koşarken, Dan ise naif bir karakter olarak yine de aşk ve romantizme daha yakın durmakta, hatta yıllar önce bir günlüğüne evli kaldığı eski eşi Vicky’yi (Kelly Preston) zaman zaman yad etmektedir.

İşte tam bu sırada Vicky sürpriz bir haberle çıka gelir. Meğerse o bir günlük evlilik yedi yıl önce ikiz meyveler vermiştir ve şimdi Dan’in, biri kız diğeri erkek ufaklıklara 15 günlüğüne mukayyet olması gerekmektedir. Tahmin edeceğiniz üzere zorlu olaylar ve mücadeleler dizisi de gayet alışıldık ve standart biçimde böylece başlar. Aslında dizi sözcüğünün burada görünenden daha çok şey ifade ettiğini söyleyebilirim; çünkü zaten filmin ilk aksaklığı anlatımda bir akıcılık taşımaması ve toplamda art arda gelen bir skeçler dizisi gibi durması.

Gelelim diğer tatsızlıklara… Genelde insanların klasikleşmiş korkuları üzerinden (evlilik, bağlanma vb. gibi) mizah yapma kolaylığına kaçan Amerikan komedi sineması, burada da iki erkeğin ihtiyarlığa yol alma endişesi ve bunlardan birinin de artık babalığa soyunma stresi üzerinde zuhur ediyor. Ve ne yazık ki konu/ yaklaşım gibi, espriler de tamamen demode ve senaryo son derece sürprizsiz. Senaryonun da ötesinde, filmin en büyük yetenek sorunu bana göre yönetmenin hanesine yazılacak.


Özetle kötü, kalitesiz bir komedi İki Babalık. Sonunda da aile olmanın önemi, hayatta manevi değerlerin işten ve paradan daha mühim olduğu gibi mesajlarla yine beylik bir bağlama yapıyor. Filmin iyi yanları var mı, derseniz… Çok önemli performanslar olmasa da Travolta ile Williams’ı görmek güzel. Bugüne dek fazla dikkatimi çekmeyen Seth Green’i, muhteşem ikilinin asistanı rolünde izlemek de hoşuma gitti. Özellikle asistanın gorille buluşmasına çok güleceğinize eminim; filmi olmasa da bahsettiğim sahneyi hemen Youtube’dan bulun ve izleyin lütfen… Ve son olarak, ikilinin bir Japon şirketiyle yaptığı iş görüşmesi sahnelerinin, gerek Amerikan gerekse evrensel düzeyde işadamı şaklabanlıklarını ve bir de Amerikan toplumunun Japon iş dünyası ve işadamı profiline nasıl baktığını içler acısı biçimde ortaya koyduğunu eklemek isterim. (www.tersninja.com’da yayınlanmıştır)

9 Nisan 2010

BIRAKIN 15 GÜN HAYAT SİNEMA OLSUN !

Yılın en güzel zamanı. Hayır abartmıyorum, en azından kişisel olarak… Her bitişinde, yeniden gelişini beklemeye başlarım. Nedendir o anın içinde hissettiğim ya da olduğum şeye tutkum, hep düşünür dururum. Yanıtları, nedensel olasılıkları dizilir elbet bolca. İşte öykü böyle gelmiş böyle gider, 15 yaşımdan beri ben, her Festival bitiminde gelecek Nisanı beklemeye koyulurum.

Evet şimdi ise henüz ilk günlerindeyiz, daha yeni başlıyor, başladı. Taksim Meydanı’ndan Beyoğlu sinemalarına doğru Festival afişleri eşliğinde süzülmek, bu işin meraklısına şenlik ateşlerinde yürümek gibidir, bilirim. Şüphesiz sinema hep var, filmler hep var… ama en çok sevdiğiniz şeye adanmış bir hayat diliminin tadı eşsizdir. Tüm dünya sinema olur o vakit. Zaman rutin yaşam döngüsünün buyruğundan sıyrılıp, bu filmden o filme ritmine boyun eğiverir. Saat ancak ışıklar söndüğünde ve yandığında tik tak eder. Hele de İstiklal Caddesi’nin bahar kokularına ve insan seslerine müptela bünyede, Festival bir zevkler kombinasyonu olarak kana karışıp bağımlılık olmuştur ezelden. Zamanı gelince canınız çeker.

Ben o şanslılardandım ki, okulum Beyoğlu’nda olduğu için küçük yaşlarda uyandım Festival ve sinema gerçeğine. Dersi kırıp da kendimizi sokaklara attığımızda Emek’in, Atlas’ın kucağına düşüverirdik (Bu yılki en büyük kederimiz de Emek’imizin çalınmış olması). Sonra o Festival kitapçıklarını, rezervasyon kartonlarını ilk elimize alışımızda kendimizi önemli hissettik… Önemli, akıllı ve farkında. Bilmek istedik ve merak etmeyi öğrendik. Başka dünyaların içine girip çıktıkça, daha fazlası için iştahlandık. Ve sonunda bu hazla kavuşmamızı, hayatın en nadide zamanlarından bildik.

Birkaç yıl önce Şakir Eczacıbaşı ile tanışıp iki dakika sohbet etme olanağı bulduğumda, hiç plansız şu sözler dökülüverdi ağzımdan: “İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı olmasa, bu şehir bu kadar yaşanası bir yer olmazdı”. Evet, yine abartmadığımı düşünüyorum. Onca filmi, konseri, oyunu izleyebilir miydik festivaller olmasa, emin değilim. Öyle unutulmaz anlar var ki kişisel Film Festivali tarihimde… Padre, Padrone/ Babam Oğlum için Taviani kardeşlerin Emek Sineması sahnesine çıkışını mı saysam… Stanley Kubrick’in 2001: A Space Odyssey/ 2001 Uzay Macerası’nı izlediğimde kendimi sinema adına zevkin doruklarında buluşumu mu… Tarkovski filmleriyle tanışmamı mı… Brian de Palma başyapıtı Dressed to Kill/ Öldürmeye Hazır’ın asansör sahnesinde sinemaya yeniden aşık olmamı mı… Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam ile edebiyat uyarlamalarının peşine düşüşümü mü… Bunuel karşısında yaşadığım şaşkınlığı mı… Antonioni ile hayatımın değişmesini mi… Fellini’ye doyuşumu mu… Abbas Kiarostami ile bambaşka bir yaşam ritmini keşfetmemi mi… The Princess and the Warrior/ Prenses ve Şövalye diye sürpriz bir filmle Tom Tykwer’ı bağrıma basışımı mı… Derek Jarman’ın Blue/ Mavi’sinde koltuğa yapışmamı mı…

Açlık, yoksulluk ve işsizlikten kıvranan bir memleketin çocuğu olarak böyle cümleler kurarken bir nebze utanç duysam da, sanatın bize kattıklarına karşı boyun borcum olarak bu şımarıklığı üzerime almayı göze alıyor ve yüksek sesle söylüyorum: Hayat nasıl eksik olurdu, bu filmler olmasa! İşte yine bir bahar, yine Festival zamanı… Özlenen sevgiliye kavuşmak gibi. Sarılın bırakmayın onu, kanını emin, canını çıkarın, arsızca girin koynuna bir daha bir daha. Ben öyle yapıyorum… Erkenden atıyorum kendimi İstiklal Caddesi’ne. Önce avarelik ediyorum biraz, sevdiğim kafelerde gazetelerimi okuyor, karşılaştığım Festival dostlarıyla iki çift laf ediyorum. Sonra ışıklar sönüyor, zevkten bin kere ölüp ölüp diriliyorum. Size film önermek manalı mı, bilmem… Kendi filmlerinizi seçin, kendi Festival anılarınızı yaratın. Bırakın 15 güncük hayat sinema olsun, sinema hayat olsun ve her şeyi unutup siz de o filmin kahramanı olun! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)

5 Nisan 2010

GERÇEKÜSTÜ ALEMDE RUHLA RANDEVU

The Imaginarium of Doctor Parnassus/ Dr. Parnassus


Yön: Terry Gilliam
Oyn: Heath Ledger, Christopher Plummer, Verne Troyer, Tom Waits, Andrew Garfield, Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrell

Uzun zamandır beklediğimiz bir film “The Imaginarium of Doctor Parnassus/ Dr. Parnassus”. Bekleyişimizde iki haklı nedenimiz var. Biri, geçen yıl kaybettiğimiz Heath Ledger’ın rol aldığı son film olması… Diğeri de, basından takip ettiğimiz yazılı ve görsel malzeme üzerinden, yönetmen Terry Gilliam’ın bu filmle ilk dönem çizgisine dönüş yaptığı yolundaki hissiyatımız.


Nihayetinde, merakımız ve bekleyişimizin boşa çıkmadığını söyleyebilirim. Önce yönetmen koltuğundan başlayalım… Gilliam hep bu dünya gerçekliğinin sınırlarını zorlayan ve başka alemler arayan acayip bir sinema adamı olmuştur, ama genç kuşaklar nezdinde en iyi ihtimalle 12 Maymun’la tanınır. 30’larını sürmekte olan ben, bizler ve yine sinemaya meraklı daha büyüklerimiz ise, örneğin Brazil’i İstanbul Film Festivali sayesinde izlemiş ve yönetmenin akıl haritasına daha eskilerden girme şansını yakalamışızdır. Bu anlamda Dr. Parnassus’un, öncelikle Gilliam’la bugüne dek fazla haşır neşir olmayanlar için, onun evrenine daha panoramik bakabilmek adına iyi bir fırsat sunduğunu ve yönetmene taze bir hayran kitlesi kazandıracağını düşünüyorum.

Gilliam külliyatında Jabberwocky (1977), Time Bandits (1981), Brazil (1985), The Adventures of Baron Munchausen/ Baron Munchausen’in Maceraları (1988), The Fisher King/ Balıkçı Kral (1991), 12 Monkeys/ 12 Maymun (1995), Fear and Loathing in Las Vegas/ Las Vegas’da Korku ve Nefret (1998), The Brothers Grimm/ Çılgın Kardeşler (2005) gibi pek çok önemli film var. İşte Dr. Parnassus’da da Gilliam ‘90 öncesi çizgisine yaklaşıyor ve yine görsel olarak çok renkli, oyuncaklı bir düş dünyası yaratıp masalını anlatmaya başlıyor. Senaryoyu Brazil ve Baron Munchausen’deki iş ortağı Charles McKeown ile birlikte kaleme almışlar.


Dr. Parnassus ve gezici tiyatro kumpanyası, panayır yerlerinden süpermarket otoparklarına, buldukları boş köşeleri tutuyor ve bir avuç izleyiciye gösterilerini sergileyerek ayakta kalmaya çalışıyorlar. Ve oyun, başlangıç parolasını net biçimde veriyor: “Burada, sıradan olanın dışındakiyle karşılaşacağın için, ruhunu hiçbir yere götüremezsin!”. Dr. Parnassus’un aynasından geçenler, hem en büyük hayallerinin gerçek olduğu hem de ruhlarındaki karanlıklarla yüzleştikleri bir fantezinin içinde buluyorlar kendilerini.

Kant’ın Saf Aklın Eleştirisi’nde “saf sezgi” olarak tanımladığı imaginarium kavramının içini doldurmak öyle kolay iş değil tabii… Yönetmen aynanın ardındaki fantastik dünyada Commedia dell’arte, Budizm, Viktorya dönemi, Alice Harikalar Diyarında, tarot ve modern tüketim toplumundan sunduğu motiflerle adeta insanlığın milyon yıllık belleğinin ve bilinçaltının dökümünü yaparken, şüphesiz hayalgücünün zaferi de sıkı bir alkışı hak ediyor (tabii Gilliam’ın 90’ların ikinci yarısından bu yana birlikte çalıştığı görüntü yönetmeni Nicola Pecorini de!). Ve kişisel olarak, bu dünyada Dali’den derin izler bulduğumu itiraf ediyorum.


Öykünün içindeki trajedi ve ahlaki denklem, bin yaşındaki Parnassus’un (Christopher Plummer) yüzyıllar önce ruhunu şeytana (Tom Waits) satarak ölümsüzlüğe kavuşmuş olması ve bu anlaşmayla biricik kızı Valentina’yı (Lily Cole) 16. yaş gününe geldiğinde, yani şimdi şeytana söz vermiş olması… Bu kaosun içindeki davetsiz yeni misafir ise, bir gece ölümden kurtarıp aralarına aldıkları ancak şeytana karşı verdikleri umutsuz mücadelede kumpanyanın kurtarıcısı olacak gibi görünen, sözde belleğini yitirmiş esrarengiz yabancı, beyazlar içindeki Tony (Heath Ledger). Tabii böyle bir masalda kahramanlık biçtiğiniz karakterlere geçmişlerinde yapılmış ciddi ahlaki hatalar yüklemek, ancak Gilliam gibi bir ustanın cesur ellerinde mümkün. Yönetmen, Dr. Parnassus’ta bir düşgücünü kutsama ve insanlığa hayatın tılsımını hatırlatma denemesine soyunurken, alt metinde de hayattaki seçimler ve seçim yapmanın felsefesini kurcalıyor.


Son olarak, yazının girişinde bu filmi merakla bekleyişimizin nedenleri arasında saydığım, Heath Ledger’in son performansı olması konusuna gelince… Evet, oyuncu erken kaybının gerçeğiyle izleyiciyi bir kez daha sarsıyor ve ardında kendine yakışır bir hatıra bırakıyor. Çekimler sürerken aramızdan ayrılmış olması, canlandırdığı Tony karakterinin farklı katmanlarına tekabül edecek biçimde Johnny Depp, Jude Law, Colin Farrell’ın yüzleri kullanılarak yönetmen tarafından dahiyane bir çözümle telafi edilmiş ve bu isimlerin varlığı filme ayrı bir renk katmış. Oyunculardan dem vurmuşken, Tom Waits’i şeytan rolünde izlemenin hayranları için büyük keyif olduğunu da hatırlatmak isterim! (www.tersninja.com'da yayınlanmıştır)