Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

14 Haziran 2010

ANTICHRIST/ DECCAL



Yön: Lars Von Trier
Sen: Lars Von Trier
Oyn: Willem Dafoe, Charlotte Gainsbourg, Storm Acheche Sahlstrom
Yapım: 2009, Danimarka – Almanya – İsveç – Fransa – İtalya - Polonya, 108 dk.

Lars Von Trier’nin, özel yaşamındaki bir depresyon döneminin ardından çektiği, kariyerinin en önemli filmi olarak nitelendirdiği ve Andrey Tarkovsky’ye adadığı Antichrist/ Deccal vizyona girdi. Kabul etmek gerekir ki bazı bölümlerdeki müthiş görselliği, yer yer iddialı diyalogları, gerek cinselliğe gerekse şiddete dair çok sert sahneleri, cesur oyunculukları ve kurcaladığı konular/ sorduğu sorular ile sarsıcı bir film Deccal. Ancak bıraktığı izlenim ve etki de, ne yazık ki kendi tematik içeriği ve imgeleri gibi çelişkilerle dolu…



Dogma 95’in kurucularından Lars Von Trier’in kariyerinde Epidemic/ Salgın (1987), Europa/ Avrupa (1991), Breaking the Waves/ Dalgaları Aşmak (1996), The Idiots/ Gerizekalılar (1998), Dancer in the Dark/ Karanlıkta Dans (2000), Dogville (2003), Manderlay (2005) gibi pek çok önemli film var… Sinemayı ciddiye alan ve her defasında o güne kadar yaptıklarına meydan okuma motivasyonuyla kamera arkasına geçen Trier hiç kuşkunuz olmasın ki Deccal ile yine sıra dışı, yine şaşırtıcı bir iş sunuyor bizlere. Ancak içindeki tüm entelektüel çabaya ve emeğe karşın, örneğin Dalgaları Aşmak kadar kalbimize işleyen bir film bırakmıyor geride…

Deccal, Handel’in bir aryası eşliğinde, bugüne dek çevrilmiş en estetik sevişme sahnelerinden biriyle açılış yapıyor. Ancak Charlotte Gainsbourg – Willem Dafoe çifti, hazzın bedelini, kendilerinden geçtikleri o anda camdan düşen küçük oğullarının ölümüyle ödüyorlar… Film, işte bu travmayla tetiklenen ve karı koca arasında başlayan bir ilişki sorgulama süreci, yas dönemi ve bu dönemde yaşanan terapi/ psikolojik tahlil evreleri üzerine kurulu. Trier öyküsünü yine episodlar halinde kurgulamış: Yas başlıklı ilk episodda kadının korkularıyla yüzleşmesi, Acı (Kaos Hükümdarlığı) başlıklı ikinci episodda bu korkuların karşılığının “şeytanın kilisesi” olarak tanımlanan doğada bulunması, Umutsuzluk (Kadın Katliamı) başlıklı üçüncü episodda doğanın aslında insanoğlunun da doğası olduğu, dolayısıyla asıl korkutucu/ kötücül olanın insan ve tabii kadın olduğu, Üç Dilenci (Acı – Umutsuzluk – Yas) başlıklı dördüncü episodda ise bu kötülüğün temelinde kadın cinselliğinin yattığı anlatılıyor.



Başlangıçta da değindiğim gibi, filmle ilgili hislerim son derece çelişkili… Öncelikle, karı koca ilişkilerinin sorgulama sürecinin çocuk kaybı travmasıyla başlatılmasını fazla klişe bulduğumu söylemeliyim. Fakat diğer yandan, kadınlarla uğraşmaktan bir türlü vazgeçmeyen Trier’nin, kendini suçlama-cezalandırma ritüelini vicdani temsilin en tepe noktası olabilecek “anne” bünyesine yerleştirmesi, olaydaki neden – sonuç ilişkilerinin rasyonel altyapısını kotarmaktaki ustalığı ve anne/ kadının bilinçaltı süreçlerinin hangi dış uyarıcılarla oluştuğuna dair ilişkilerin kurulmasındaki imge kullanımı karşısında hayranlığımı ifade edecek söz bulamıyorum.

Kadın, oğlunu bir orgazm anında kaybedişi nedeniyle kötücül olanı tamamen kendi doğasıyla özleştiriyor ve kendi cinselliğini cezalandırıyor. Öte yandan, karakterin geçmiş dönemlerde hazırladığı akademik bir araştırmada, cadılık ve tarihteki toplu kadın katliamları üzerinde çalışmış olması da bilinçaltı süreçlerin tahlilinde kullanılan destek öğeler arasına ustalıkla yerleştirilmiş. Zira kadın, kocasıyla birlikte geçireceği yas dönemi için, zamanında çok sevdiği ve araştırmasını yazmak üzere çekildiği Eden ormanlarını seçiyor yine… Fakat eskiden çeşit çeşit meyveleriyle bin bir tatlar sunan Eden ormanları, artık sadece korkutucu ve kötü duygular yaratıyor. Tıpkı cinselliğin artık sadece acıyı çağrıştırması gibi…



Tabii ki Trier’nin kurguladığı bu tabloya alkış tutmamak mümkün değil… Ancak Deccal, bunca zoraki kurgulanmış bir realitenin içinde doğallık hissini muhafaza etmeyi başaramıyor. Dolayısıyla büyük saygı uyandırsa da, Dalgaları Aşmak misali su gibi içimize akamıyor. Diğer yandan, yukarıda en sade haliyle aktarmaya çalışmış olsam da, aslında filmdeki episodlar ayrımları ve içerikleri bakımından yeterince anlamlı değil. Ve biraz daha detaya inersek, terapi sürecindeki psikoljik tahlillerin de fazlaca popüler kültüre ait durduklarını ve filmin taşıdığı iddiaya oranla basit kaldıklarını söyleyebilirim. İşte bahsettiğim nedenlerledir ki, olayların yaşandığı ormandaki atmosfer ve ıssızlık ritmiyle Tarkovsky’ye göndermeler yapsa da, ne yazık ki derinliği ve meditasyon süreci açısından da usta yönetmenin çok gerisinde kalıyor Trier.

Sinema çevreleri Deccal’in feminist mi yoksa kadın düşmanı bir alt metin mi taşıdığına dair iki farklı görüşte toplanmış durumda. Bana göre Trier’in açık hedefi, kadın cinselliğinin yüzyıllar içinde teolojiye dayalı şeytani argümanlarla bastırılışına karşı bir eleştiri getirmek… Ve son olarak, filmdeki rolüyle geçen yıl Cannes’da En İyi Kadın Oyuncu ödülüne değer bulunan Charlotte Gainsbourg’un bu hedefe giden yolda en büyük katkıya sahip olduğunu ve tarihe geçecek bir performans sergilediğini özellikle belirtmek istiyorum.
(www.tersninja.com’da yayınlanmıştır).