Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

16 Şubat 2010

Hayat görkemlidir, özellikle lanetlenmişler için...

“Kalbi saf olan ve geceleri dua eden bir adam bile, ay tamamlanıp parlaklaştığında ve bu zehir ortaya çıktığında bir kurda dönüşür”… Evet, en basit haliyle bu motto üzerine bina edilen ve bugüne dek pek çok kez sinema, tiyatro ya da edebiyata malzeme olan kurtadamlık müessesesi yine karşımızda! 1941 yapımı aynı adlı meşhur filmin yeniden çevrimi olan “The Wolfman/ Kurtadam” bu Cuma vizyona giriyor.

Sinemadaki Kurtadam temasının korku türündeki benzerlerinden farklılığı, Frankenstein ya da Dracula gibi zaten varolan bir edebi metinden hareketle değil, direkt bağımsız senaryo olarak ortaya çıkmış olması. Yabancı basında yer alan eleştirilere göre orijinal senaryoda Curt Siodmak tarafından kodlanmış kurtadamlık kuralları yeni filmde de sürdürülüyor; ancak bu kez diyalogların aynı başarıya ulaştığını söylemek güç. Ve ben de, ilk filmi izlememiş olmakla beraber, salt bu filme dair bir öykü anlatımı, sahicilik ve derinlik sorununun var olduğunu peşinen söylemek istiyorum.

1800’lerde geçen Kurtadam’da Lawrence Talbot (Benicio Del Toro), kardeşi Ben’in ortadan kaybolmasıyla gelişen esrarengiz olayları araştırmak üzere İngiltere’deki aile evlerine, daha doğrusu şatolarına geri dönüyor. Şatoda kendisini bekleyenler ise, yıllardır görmediği babası Sir John Talbot (Anthony Hopkins) ile kayıp kardeşinin nişanlısı Gwen Conliffe (Emily Blunt). Burada hemen, Kont Dracula ve benzerlerinin karanlık, viran ve ürkütücü şatolarını gözünüzde canlandırmakta serbestsiniz sevgili mucizeciler. Ek olarak filmin genel atmosferini tarif edebilmek için Tim Burton’ın “Sleepy Hollow/ Hayalet Süvari” ve “Sweeney Todd: The Damon Barber of Fleet Street/ Fleet Sokağının Şeytan Berberi” filmlerinin o puslu, yarı sepyalı yarı siyah beyaz dokusunu örnek verebilirim size.

Star Wars ve Indiana Jones serilerindeki sanat yönetmenliği geçmişinin ardından, en çok da Jumanji ve Jurassic Park III ile yönetmen olarak adını duyuran Joe Johnston, bu konulardaki hünerini Kurtadam’da da göstererek çok şık bir gotik dünya yaratıyor. Ayrıca fiziksel olarak insandan kurtadama dönüşüm sürecinin görsel anlatımı ve Kurtadam karakterinin modern dokunuşlardan sakınılarak sade ve klasik haline sadık tutulması bence filmin en büyük artılarından.

Ne bütünüyle karalanacak ne de her şeyiyle övülecek filmlerden değil benim için Kurtadam. Biçimdeki başarısıyla beraber, elindeki mükemmel felsefi argümanları çarçur ettiği için üzülüyorum. Baba Hopkins’in Hamlet’e gönderme yaparak “olmak ya da olmamak” sözleriyle tamamladığı “Hayat çok görkemlidir, özellikle de lanetlenmişler için” konuşması ya da “İnsan öldürmek günah, canavar öldürmek günah değil. İnsan ile canavar arasındaki sınır nerde başlar?” benzeri pasajlarla daha sık karşılaşmayı arzu ediyoruz filmi izlerken. Ancak ne yazık ki kurtadam ve dolunay motiflerinin sunduğu sonsuz fırsata rağmen film, “iyi/ kötü” – “yaşam/ ölüm” gibi kavramları işlemek/ irdelemek/ derinleştirmekte yetersiz kalıyor.

Oyunculara gelirsek… Del Toro ve Hopkins yine döktürüyorlar. Şunu söyleyebilirim ki, bu baba oğul için yaşayan aktörler arasından oluşturulabilecek daha isabetli bir ikili gelmiyor aklıma. Daha ileriye gidip, Del Toro’nun sinemada Marlon Brando cazibesine git gide yaklaştığı yolundaki çok sübjektif fikrimi de burada itiraf ediyorum. Onun o uykusuz, yorgun, gizemli halleri filmin puslu tablosunda tam isabetle yerini buluyor. Ek olarak, Matrix’ten arkadaşımız Hugo Weaving’i Scotland Yard dedektifi Aberline ve Geraldine Chaplin’i de falcı çingene Maleva rolünde görmekten de keyif alıyoruz. Fakat ölen kardeşin nişanlısı rolündeki Emily Blunt, bana göre filmin en büyük talihsizliklerinden biri. Karakterini yaşamıyor, yaşatmıyor ve hatta final sahnesinin etkisiz kalmasının en büyük sorumlusu olarak belleklerimize kazınıyor.