Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

7 Şubat 2010

Kitapsız dünyada fütüristik din dersi


Uzun zamandır beklenen “The Book of Eli/ Tanrı’nın Kitabı” filmi geçen hafta vizyona girdi ve ben de gidip izledim… Ama dikkatinizi çekerim ki, cümleye “nihayet geldi de izledim” şeklinde başlayamıyorum; zira sevgili mucizeciler, ben bu filmi pek beğenmedim.

Sinemada atmosfer yaratımını çok önemserim; çünkü başka bir dünyanın gerçekliğine layıkıyla girebilmek, filmden aldığınız hazzı da bine katlar. Hughes kardeşlerin yeni filmi The Book of Eli atmosfer konusunda sınıfı yıldızlı pekiyi ile geçiyor. Kardeş yönetmenler zaten Karındeşen Jack’i anlattıkları Johnny Depp’li filmleri “From Hell”de yarattıkları karanlık ve rahatsız edici evrenle başarılarını kanıtlamışlardı. Ancak gelin görün ki, özellikle The Book of Eli tarzı fütüristik filmlerde bu kasvetli ve depresif dünyaları oluşturabilmek artık Amerikan sineması adına çok da yenilikçi ve önemli bir hamle sayılmıyor.


The Book of Eli, kabaca, büyük bir facianın ardından viraneye dönmüş yeryüzünün boş ve ürkütücü vahalarında, dünyada tek kalmış İncili Batıya götürmek için boynunda poşusuyla yolculuk eden iyi adam Eli (Denzel Washington) ile dini kullanarak insanlara hükmetmek için İncili ele geçirmek isteyen kötü adam Carnegie (Gary Oldman) arasındaki mücadeleyi anlatıyor. Filme fütüristik bir yol filmi, ya da, özellikle eski kovboy filmlerinin tarz ve triplerini anımsatan bazı halleriyle fütüristik western denilebilir kanımca.

Ne yazık ki bu çarpıcı görsellik, filmin bazı ders ve öğütleri bağıra bağıra veren Amerikan klişeleriyle dolu akışıyla etkisini yitiriyor. Kahramanımız Eli, en tok sesiyle “İnsanlar bir zamanlar ihtiyacından fazlasına sahipti ve bu yüzden hiçbir şeyin değerini bilmezlerdi. Şimdi uğruna öldüğümüz şeyleri bir zamanlar çöpe atardık” gibi cümleler kuruyor ve her fırsatta İncil’den yaptığı alıntılarla insanlığa doğru yolu göstermeye çalışıyor: “Toprak senin yüzünden lanetlendi/ Ve artık sana diken ve çalı verecek/ Oysa sen topraktan yaratıldın/ Topraktan geldin, toprağa gideceksin”…


Sonuçta atmosferi başarılı ama derdini “3 yaşında bir çocuğa anlatır gibi” anlatan The Book of Eli’dan etkilenmek güçleşiyor. Bu genel yoruma ek olarak değinmek istediğim bazı olumlu ve olumsuz detaylar da var tabii… Örneğin, tersine dönmüş bu dünyada farenin kedi etiyle beslenmesi ya da kendi evlerinde yalnız bir hayata mahkum olmuş yaşlı çiftin müzik setlerinden yayılan “Ring My Bell/ Kapımı Çal” melodisi filmden hoş espriler olarak akıllarda kalıyor. Ve bence, Bee Gees şarkısı “How Can You Mend a Broken Heart"ın Al Green yorumu eşliğinde Eli’ın hayattaki tek başınalığının tasviri, filmin en unutulmaz sahnesi: “We could never see tomorrow, no one said a word about the sorrow… Please help me mend my broken heart and let me live again/ Yarını asla bilemezdik, kimse bize kederden söz etmemişti… Lütfen kırık kalbimi onarmama yardım et, yeniden yaşat beni”.


Ayrıca yıllar öncesinin “Otomatik Portakal” çocuğu Malcolm McDowell’ın bembeyaz olmuş halini, “Flashdance” yıldızı Jennifer Beals’ı ve ıvır zıvır dükkanı sahibi olarak Tom Waits’i filmde görmekten keyif aldığımı söyleyebilirim. Fakat esas kızımız Mila Kunis için ne yazık ki aynı hoş duyguları besleyemiyorum; zira Angelina Jolie tarzı vahşi savaşçı formatlı kadınların beyazperdeye ne kattığını anlamakta hala güçlük çekiyorum. Açlıkta da olsa savaşta da, iyi günde kötü günde bize bir Marilyn Monroe bir Sofia Loren lazımdır diyerek kucaklıyorum sizi sevgili mucizeciler!