Hayat bir mucize! Bu ülkede ilerlerken karşınıza şekerlemeden evler, bin renkli kuşlar, yakut yüklü ağaçlar çıkacak en beklenmedik anda... Unutmamak için yazmalı! Bir masal gibi sonsuzluğa...

10 Şubat 2010

Ölüm bile aşkın ve şiirin karşısında duramaz!

Olağanüstü bir aşk filmi yakında vizyonda sevgili mucizeciler! Uzun zamandır özlediğimiz türden, ismi gibi ışıl ışıl… “Bright Star/ Parlak Yıldız”. Size ilk cümleden, en kısa ve öz haliyle şu tarifi verebilirim: Dönem filmlerini sevenlerden ve hala şiirin romantizmine inananlardansanız, hele de Jane Austin uyarlamaları tadında bir film izlemeyi özlediyseniz Parlak Yıldız’a yaşamınızda, belleğinizde ve kalbinizde mutlaka yer ayırmalısınız.

Şu an yazmaya çalışırken bile ellerim titriyor, kalp atışlarım hızlanıyor… Ve filmin duygusunu sizlerde de canlandırabilme arzusuyla, izninizle birkaç örneğe sığınıyorum: 90’lardan başlayarak Sense and Sensibility/ Aşk ve Yaşam, Pride and Prejudice/ Aşk ve Gurur ya da The Duchess/ Düşes'in bende yarattığı heyecan ve coşkuya Parlak Yıldız’da yeniden kavuştum. Kendi adıma, filmin yönetmeni Jane Campion’a teşekkürü bir borç bilirim!

Önceki yıllarda The Piano/ Piyano (1993) ve The Portrait of a Lady/ Bir Kadının Portresi (1996) ile gönlümüzü fetheden Jane Campion hakkındaki düşüncelerim Parlak Yıldız ile iyice netleşiyor. O, özellikle dönem filmleri konusunda çok başarılı bir yönetmen, iyi bir öykü anlatıcısı ve -her türlü ayrımcılıktan kaçmama rağmen- kadın olduğundan mıdır bilmem, özellikle aşkı anlatmakta hünerli bir sinemacı.

1800’lerin ilk çeyreğinde geçen Parlak Yıldız, İngiliz romantik şiirinin son temsilcilerinden, 25 yaşında yaşama veda eden John Keats (Ben Whishaw) ile Fanny Brawne’ın (Abbie Cornish) kısa süren ama çok büyük aşklarını taşıyor sinema perdesine. Bir evi ve geliri olmadığı için, söz konusu dönemde birinin kocası olma hakkına da sahip olmayan yoksul şair Keats ile varsıl aile kızı Brawne’ın şiirle büyüyen aşklarını adım adım yaşıyoruz.

Burada konudan bir parça sapmam gerekse de, tarifi güçlendirmek için sizlere Piano filminden küçük bir hatırlatma yapma gereği duyuyorum. Adamın, sevdiği kadının çorabındaki küçük deliği bulup, oradan tenine dokunduğu sahneyi… Yönetmen yine aynı incelikle işlemeye koyuluyor Keats ile Brawne’ın öykülerini. Bir aşkın doğuşu, serpilmesi, ilk baştaki o çekingen ve ürkek halleri, ilk itiraf öncesindeki hırçınlıkları, gururu ve doruğa ulaşması bu kadar mı güzel anlatılır… Sadece sevgilinin dünyadaki varlığını bilmekten duyulan haz, ilk öpücük… Ve ne yazık ki, ölüme karşı koyamamanın çaresizliği, onunla olmayı sürdürememe ya da onun var olmadığı bir dünyayı kabullenebilmenin kederi…

Keats ile ilk ayrılışlarının ardından, günlerce kalkamadığı yatağından soruyor Brawne: “Bu aşk mı? Bir daha asla gülümsemeyeceğim. Ölecekmişim gibi acı çekiyorum”. Ve ancak sevdiğinden gelen bir mektupla yeniden yaşama dönüyor: “Keşke kelebek olsaydık ve üç yaz günü yaşasaydık. Seninle geçireceğim o üç gün, 50 yıldan bile mutlu geçerdi… Ayrılığımız beni yavaş yavaş öldüren bir zehir gibi. Kağıdı öpücüklerinle doldur. En azından dudaklarım, seninkilerin dokunduğu bir yere dokunur”.

Keats ve Brawne’ın aşklarını derinden hissedebilmemizde, filmin şiirsel anlatımı ve güçlü görselliğine ek olarak oyuncu performanslarının da payı büyük. Ben Whishaw ve Abbie Cornish, bu sıra dışı çiftin masumiyetini mükemmel biçimde izleyiciye yansıtıyorlar… Unutulmaz final sahnesinde Cornish, şairin sevdiğine verdiği “Parlak Yıldız” adını en ışıltılı haliyle, dolu dolu taşıyor ve uçsuz bucaksız kırlarda gözden yitip giderken, kendisine yazılmış eşsiz dizelerle bizi de aşkın sonsuzluğuna erdiriyor: “… Yaslanıp sevdiğimin kabaran göğsüne/ Hep onun yumuşak alçalıp yükselişini duymak/ O tatlı sallantıyla her an uyanık/ Dinlemek durmaksızın o ılık soluyuşu/ Ve hep böyle yaşamak/ Ve hep böyle yaşamak, ya da hiç uyanmamak…”